25 Haziran 2012 Pazartesi

Murathan Mungan - Şahmeran'ın Bacakları - 3

Buradan devam ediyoruz. Hikayenin en güzel yerlerinden birine geldik. Ortadan başlamayın okumaya. Efendi olun önce burayı okuyun.

4.

Bu ihanetin ortasında bile Belkıya'nın Ukap'tan ayrılığı ortaya çıkıyordu. Bana ihanet eden, çektiğim acıyı da anlıyordu.

Belkıya'nın utancı geçecekti biliyorum. Buradan ayrıldıktan sonra, benim varlığımdan kurtulur kurtulmaz unutacaktı her şeyi. (Daha önce de unutmuştu.) Aşk onun gözlerini kör etmişti. Onu anlamadığımı düşünüyordu, ya da bunun bir ihanet olduğunu bile düşünmüyordu. Oysa, ihanet bir kez başlamaya görsün, neresinden olursa olsun, herkesi, her şeyi kirletir.

"Vazgeçin Süleyman mühründen," dedim. "Çünkü vakit gelmedi. Çünkü o sizin olmayacak. Çünkü o herkesindir. Çünkü siz onu taşımayı bilmezsiniz. O denli sınırsız bir güç, o denli sınırsız sorumluluk, bilinç ve erdem gerektirir. Kaldı ki o denli sınırsız güç, insanoğlunu ne olursa olsun, kim olursa olsun baştan çıkarır, zaaflarına yenik düşürür. Dolayısıyla o, herkesin olacak. Hem sandığınız gibi yedi deryalar ardında değil, gözlerinizin önündedir. Oysa, insanoğlunun yaşamında değerini en çok bilmediği şey, gözlerinin önündekilerdir. Örneğin, sizler benimle dağ bayır dolaşırken ne fırsatlar kaçırdığınızın farkında bile değildiniz; gözleriniz öylesine bağlanmıştı ki, saplandığınız düşünceden başka her şeye öylesine kapalıydınız ki, çok daha önemli, çok daha büyük fırsatları kaçırdığınızı anlamadınız bile; çünkü aradığınız otun dışında hiçbir şeyi görmüyordu gözleriniz."

"Kaçırdığımız hangi fırsatlardır?" diye atıldı Ukap. Kanlı gözleri iri iri açılmıştı.

"Bir kez beni ele geçirmek kolay değildir. Bunu başardığınıza göre yaşamınızda elinize bir kez geçecek olan bu fırsatı iyi değerlendirmeliydiniz. Geçtiğimiz yerlerde yüzlerce, binlerce ota rastladık. Hepsi de dile gelip, tözündeki gizi ele verdiler.

Biri dedi: Ben gençlik oturum, kaynatıp suyumu içen bir daha hiç yaşlanmaz. Duymadınız bile,
Biri dedi: Beni hangi maddeye sürersen altına dönüşür, hiç yoksulluk çekmezsin. Duymadınız bile;
Biri dedi: Ben ölümsüzlük oturum. Ölümsüzlük bağışlarım insanoğluna. İnsanlığın en eski düşüyüm. Suyumu içen hiç ölmez. Duymadınız bile;

Duymadınız; çünkü yanlızca aradığınız şeye kilitlenmiştiniz; kulaklarınız yanlızca duymak istediklerinizi duyuyordu.
Mühr-ü Süleyman'ı o kadar istiyordunuz ki,onu edinseniz bile ne yapacağınızı, nasıl kullanacağınızı bilemezsiniz. Yaşamını yanlızca ihtiras üzerine kuran kişiler için amaç diye birşey yoktur. Amaç sürekli değişir. Mutlak olan ihtirastır, ne olursa olsun ihtiras... Dolayısıyla ihtiras sanıldığının tersine amaçsız bir şeydir. Size son kez söylüyorum: Vazgeçin Süleyman mührinden. Israrınızda direnirseniz encamınız ölümdür!"

Ukap, yeniden denmemiz, o otları aramamız için yalvaracak oldu. Gözlerinde pişmanlık ve yakarı okunuyordu.

Ancak gülümseyebildim bu öneriye.
"Her tuzak yalnızca bir kez içindir," dedim. Sonra ekledim: "Fırsatlar da tuzaklar gibidir."
Belkıya'yı Ukap'tan ayrı kılan şey hatırına Belkıya'ya sopkuldum:
"Oraya gitmeye kararlı mısın?" dedim. 
Başını salladı; gözlerini kaçırıyordu benden. Anladım sonuna kadar gidecekti. Göze almıştı.
Dedim: "Ya Belkıya! Sen bilmiyorsun ki, Ukap'la sen aynı şeyin peşinde değilsiniz. Sen seviyorsun, arıyorsun; oysa Ukap sevmiyor, hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmiyor. Bu yüzden sana son bir iyilikte bulunmak istiyorum. Son bir öğüdüm var, yalnızca senin için bir öğüt: Eğer oraya dek gitmeyi başarırsanız, Mühr-ü Süleyman'ı almaya sen kalkışma; bırak Ukap davransın. Bunu niye olduğunu ancak o zaman anlayacaksın. Bu senin için yapabileceğim tek ve son şeydir. Bu sözlerimi olsun sakın unutma..."

Ve denizin üzerinde iki mavi bedevi gibi uzaklaşıp gittiler. Ufukta kayboldular.

Arkalarından uzun uzun baktım.

Bu giden hangi Belkıya'ydı?

Onları serüvenlerinin çıkmazında bir başlarına bırakarak ifritlerimin arasına döndüm. Başımdan geçenleri anlattım. Yerimiz insanoğlu tarafından bolunduğu için, yeni bir yere, yeni bir gize taşınmamız gerekti... İfritlerim ve yılanlarımla kafa kafaya verip düşündük... Sonra da gelip bu gördüğün yere yerleştik. Uzun, sessiz yıllar geçti burada. Oysa şimdi bir kez daha insan ayağı bastı toprağımıza; kuşkulu, korkulu günler başlayacak demektir. Daha rahat yüzü göstermezler bize. Şu yeryüzünde kendinden başka her yaratığı buyruğu altına sokmuştur insanoğlu. Bir tek kendine söz geçirememiştir, söz geçiremez. Gücü, güçsüzlüğü gizler. Bu yüzden yüz yüze gelmek istemeyiz onunla. Uyanış günümüze dek gizleneceğiz...

5.

Çıraklığımın ilerleyen günlerindeydim artık.
Ustama söyeyip söylememekte kararsız kaldığım duygular yüreğime ağırlık veriyordu. Ustamı kendime bir rakip, ya da kendi varlığım için bir tehlike olarak ne zaman hissettim, bilmiyorum. Bir gün, Şahmeran hikayelerini anlattığı günlerin birinde (galiba Belkıya'nın ihanetinden ya da Mühr-ü Süleyman'ın ardındaydık daha) tezgahın başındayken doğruldu; ağır ağır kalktı yerinden, -arkaqsı dönüktü bana, sırtını görüyordum. Birden onu ölüme ne kadar yaklaşmış olduğunu düşündüm. Sırtı çökmüş, hafif kamburu çıkmıştı, elleri ne kadar uçarıysa, gövdesi o kadar ağırdı. Sırtındaki o çöküklük, sanki bilmeden altına giriverdiği o kambur bana onun ölümünü sinsi bir sevinçle düşündürmüştü.Ustam ölecekti. Gözümün önüne çizdiği o ölümsüz Şahmeran suretleri geldi. Birbirinden güzel bu suretleri bu duygular ne yazık ki gerçekti. Ustamı çok seviyordum.

İlk kez, yaradanı, doğuranı, öğreteni, büyüteni, yetiştireni öldürmenin sevgisi, öldürerek o olmanın, onun yerine geçmenin bu vahşi isteğini o zaman öğrenmiştim. Buna öğrenmek demek de pek doğru değil, "hissetmiştim" demeliydim. Daha sonra usta-çırak ilişkimiz ilerledikçe anladım ki, benim varlığımın önünde en büyük engel olarak ustam duruyor. Ulu bir çınarın gölgesindeydim ve hep öyle kalacağım. Öte yandan ne kadar ustalaştığımı görmesini en çok istediğim insan gene ustamdı. Bunu onun görmesini, buna onun tanık olmasını istiyordum. Yani, o yaşarken gerçekleşmeyecek bir şeyi en çok onun görmesini...
Yani bir çeşit bir başka ölüm...
Neyse... Ustalığın en çok gereksindiği şeyin sabır olduğunu anlamama daha çok vardı.

CAMSAP'IN SORDUĞUDUR

Şahmeran hikâyesini büyük bir dikkatle dinleyen Camsap, hikayenin burasında duraksadı. Hikayenin dönüp dolaştığı yer , İnsanoğlunun ihanetiydi.

"Yâ Şahmeran!" dedi. "Hakkın var, ben de insanoğluyum. Benden de kuşkulanmaktasın. Ne ki sınanmamış bir kuşkudur seninki. Beni tanımıyorsun sen, Belkıya'yı tanıyorsun ve bütün insanlığı Belkıya'yla bir tutuyorsun."

"Seni sınamanın bedeli çok yüksektir yâ Camsap. Yalnız kendi yazgım değil ki söz konusu olan. Yalnızca kendi yazgımı senin ellerine versem çok dert değil; ama unutma, bütün tebaamın yazgısı buna bağlı, benim ölümüm aynı zamanda uyanışımızın muştusu, simgesidir. Ya erken ölürsem, vaktinden evvel. Hiçbir işe yaramaz bu. Vakti gelmemiş Süleyman mührü nasıl insan eline geçmediyse, benim ölüm de geçmemeli. Ölümümü kollamak zorundayım, anlıyorsun değil mi?"

"Lakin burada olduğum sürece beni tanımamış olacaksın yâ Şahmeran. Denenmemiş, sınanmamış bir dostluğun yalancı güvenidir bu. Senin mekânında ve senin koşullarındayım. Elbette varlığım (ya da dostluğum) güven verecek sana. Kof bir içerinci. Oysa, gerçek sevgide yitirme korkusu vardır. Sevileni herhangi bir eşya olmaktan çıkaran bir duygudur bu. Gönder beni yâ Şahmeran, sına beni, sana insanın bir Belkıya olmadığını kanıtlama fırsatı ver bana. Beni burada tuttuğun sürece öğrenemeyeceğin bir şeydir bu."

"Daha çok toysun yâ Camsap! Kendine çok güveniyorsun. Sen de kendini denememiş, sınamamışsın ki. Nereden biliyorsun kendini? Doğru, burası benim kenânım, benim koşullarımdasın. Ama yeryüzünün koşulları seni değiştirmeyecek mi? İhanete sürüklemeyecek mi? Yeryüzüne ve suyüzüne çıkmış şeyler ne kadar saklı kalır? Kalabilir? Beni, burayı, şu yaşadıklarını anlatmak isteyeceksin; yüreğin dar gelecek saklandığın gize; başkalarıyla paylaşmak isteyeceksin yaşadığın, gördüğün şeyleri, böyle bir masal saklı kalmaz Camsap. Bir szö, bir anıştırma çıkacak ağzından ve her şey çözülüverecek sonra. İşte bu kuşkuyla yaşamak istemem yâ Camsap! Hiç kimse yazgısını bir başkasına bu kadar teslim etmemeli..."

Camsap anladı ki, Şahmeran bir süre daha alıkoyacak onu, kolay kolay salmayacak.

"Sıkma canını yâ Camsap," dedi Şahmeran. "Yaz gelince Kaf dağının ardına göçeceğiz... Madem başladın bu masala, sonuna dek yaşa, Kaf dağının ardını da gör, hem orası buralardan daha güzeldir; daha çok eğlenir, daha güzel vakit geçirirsin. Ben de bu arada sana her gece Belkıya öyküsünün bir bölümünü anlatırım," dedi.

"Ne kadar sürer bu?" diye sordu Camsap.
"Bin masal gecesi," dedi Şahmeran.




SÜLEYMAN MÜHRÜ

Masal zamanı uzundur. Belkıya ile Ukap, ıssız deniz çölünün ortasında iki bedevi gibi yol alıp, yedi deryalar geçmişler... Sonra varmışlar Süleyman'ın adasına,  varmışlar Süleyman'ın tahtına... Belkıya anımsamış Şahmeran'ın sözlerini; varmamış Süleyman'ın yanına. Yıllardır bu anın hasretiyle yanıp tutuşan Ukap ise atılıvermiş hiç düşünmeden.

Süleyman adasına yaklaşırken Belkıya, uyku adasını düşündü.

Süleyman'ın uykusunu düşündü.
Uykusunda bekleyenleri, uykusunu bekleyenleri düşündü.
Bu kadar yoğun bir ışıkta nasıl uyuyordu? Uyku karanlık istemez miydi? Daha kaç fersah yolları vardı, ama adadan (adasından) taşan ışık bütün denizi, uzaklıkları, düşleri boğuyordu.

Adaya yaklaştıkça hem ışığa alışıyor, hem de ışığın keskinliğini daha şiddetle duyuyordu.
Koyu gür bitkiler, tansıklı ormanlar, tokat şiddetinde tuzlu rüzgarlar ve binbir baharat kokusuyla çevrilmişti mağarası.
Her yer, her yön kamaşmıştı.
Körleşmeye yakın bir karmaşaydı bu.
Gözlerini alıştırmak uzun sürdü. Karanlığa alışmak gibi bir şeydi bu. O zaman anladı Süleyman'ın nasıl uyuyabildiğini... Ağır ağır yol aldılar. Mağaranın ağzı, büyük, geniş, ürkütücü bir örümcek ağıyla kaplanmıştır. (Kutsal kitaplarda daha sonra birçok yalvacın -özellikle son elçinin- saklandığı mağaranın ağzını örtmek için yeniden ortaya çıkacaktı bu örümcek.) Usulca ağı delerek içeri girdiler. Yıllardır beklemiş bir serinlik çarptı yüzlerine. Karşıda som altından büyük bir tahtın üzerine uzanmış yatıyordu Süleyman yalvaç. Ölü gibi değil, uyur gibi yatıyordu. Ölümün güzelliği ışıtıyordu genç, diri kalmış gövdesini. Mağaranın içi bir saray gibi döşenmişti. Yerlere dek inen ağır perdeler, ipekler, kadifeler, simler, nakışlar, sırmalar, dolamalar, sedefler, oymalar, kakmalar, altınlar, gümüşler, mermerler, çiniler içindeydi. Serinliğin yumuşak rüzgarı arada bir bunları dalgalandırarak bu büyüyü büyültüyordu.Ölümünü kuşatmış onca güzellik içerisinde uyur gibi ölüyordu. Güneşin koyulttuğu bakır tenini iyice saydamlaştıran, yakası göğsünde dek açık bir giysi vardı üzerinde. Ellerini göğsünde kavuşturmuş bekliyordu. Dudaklarının kıvrımında belli belirsiz bir gülümsemeyi gizliyordu. Mühür yazgısına bağlamıştı ölüsü/nün yazgısını.


7 yorum:

  1. devamını bekliyoruz

    YanıtlaSil
  2. Genelde çalıştığım şirketlerden kovuldukça yazma fırsatı bulabiliyorum. En kötü ihtimal hikayenin tamamlanması için sayfaları tarayıp bir ali & cengiz yapmaya çalışacağım.

    YanıtlaSil
  3. ne guzel okuyordum, elektrikler gitmiste film yarim kalmis gibi oldu. hikayenin orijinalini blogda okurmuyum, yoksa kitabin pesine mi duseyim? Hep kovulma isten, birazda sen ver istifani, bundan istifade edip kitabin devamini yayinlarsan ne guzel olur...

    YanıtlaSil
  4. Evlendik, barklandık ne istifa edebilirim ne de kovulduktan sonra uzunca bir süre evde oturabilirim artık :)))

    Önerim: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=8999&sa=157011089

    YanıtlaSil
  5. Biz yine de bekliyoruz hikayenin devamını.. bu gün oturup yazsanız ?

    YanıtlaSil
  6. Hikayenin devamını bulan var mı ?

    YanıtlaSil

Ne dersin bu konuda?