Cenk Hikayeleri - Şahmeran ın Bacakları

      Çok severim bu kitabı.. Öyle böyle değil.. Özellikle kitapta ki ilk hikaye "Şahmeran'ın Bacakları"... İnsanı özüne döndürüyor. Fazla lafa gerek yok.. Üşenmiyorum hikayeyi yazmaya başlıyorum. Ne zaman biter bilmiyorum her akşam 1, 1.5, 2 saat kadar kafama göre eklemeler yapacağım.  Sayfaları taratıp kopyalamakta var işin içinde ama zaten can sıkıntısı alıp başını gidiyor akşam olunca, böyle vakit dolduralım..Okumayan fani kalmasın. Zira internette hiçbir şekilde bulamadım; ne kitabı ne de hikayenin tamamını.





       Babam beni Şahmerancının yanına çırak verdi.
      Sokaklarda haylazlık etmeyeyim, hiç olmazsa bir zenaat öğreneyim, diye. Başıboş avare çocukların da sonunun iyi olmazmış. O zamanlar bilseydim, başıboş avare çocukların da sonunun iyi olmadığını söylerdim babama.
      "Çırak yaşta bir çocuksun artık," dedi.
      Mahallemizin çocukları bir yaşa geldiler mi, birinin yanına çırak verilirlerdi. Adettendi bu. Mahalledeki oyun arkadaşlarımızdan biri eksildi mi, birkaç gün sokağa çıkmadı mı, anlardık; birinin yanına çırak verilmişti... Artık Demirciler Çarşısı mı olur, Bakırcılar Çarşısı mı olur? bilinmez. Hem sonra kilimciler vardı, halıcılar vardı, kunduracılar, fırıncılar, kuyumcular, saatçiler. Her çocuğun el becerisine göre bir iş biçilirdi. Terzi yanına girenler, gömlekçide çalışanlar. Kimi özel günler öncesi, annemizin, babamızın elinden tutup çarşıya gittiğimizde, mahallede, sokak arasında epeydir görmediğimiz arkadaşlarımızla göz göze gelirdik. Nedense kaçırırlardı gözlerini, nedenini kendilerinin de bilmedikleri gizi bir suçlulukla kaçırırlardı. Ya da arsız arsız gülerek örtmeye çalışırlardı... Suçluluklarında yoksulluklarının payı vardır hiç kuşkusuz;oysa hepimiz aynı yoksul mahallenin çocuklarıydık; ve hepimizi bekleyen aynı yazgıydı. Onları ürküten birşey olduğunu sezmiştim bu karşılaşmalarda, bu yüzden bir sonrakine gidişlerimde göz göze gelmemeye özen gösterir oldum. Bize onlar büyümüşler, çok büyümüşler gibi gelirdi işlerinin, tezgahlarının başında; sanki daha düne kadar sokak aralarında koşuşturduğumuz çocuklar bunlar değildi. Hepsinin yüzü adamlaşmıştı. İmrenir miydik, acır mıydık? bilmiyorum. ama bir gün nasılsa biz de birinin yanına çırak verilecektik.
      Demek çırak yaşta bir çocuktum artık.
      Demek, şimdi sıra bende, diye düşündüm. ellerime baktım ilkin, ellerim bana hala küçük bir çocuğun elleri gibi geliyordu. Ellerimden kendime bir yaş, bir iş biçmeye çalıştım. Ellerim bana hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün beni mahallede, oyun yerinde görmeyecek arkadaşlarımı düşündüm. Çıraklık, ayrılıktı. Beni merak edecekler miydi? Özleyecekler miydi? İlk kim soracaktı beni? Yokluğumun farkına ilk kim varacaktı? Değilse hemen alışacaklar mıydı yokluğuma? Sonraki yıllarda bunaldığımda, üzüldüğümde, üzerime karabasanlar çöktüğünde sürekli kurduğum bir düş vardır; Öldüğümü düşünürüm. Bu düşte beni kendi ölümümden çok, ölümümü duyan arkadaşlarımın, tanıdıklarımın, dostlarımın tepkileri ilgilendirir. Onların ilk tepkileri, ilk üzüntüleri, şaşkınlıkları. O denli kaptırırdım ki kendimi bu düşe, bu düşün gerçekliğine, bir zaman sonra ölmekten bile vazgeçer, neşelenmeye başlarım. Başlardım. Sanki onların tepkileri beni yeniden hayata bağlardı. Şimdi düşünüyorum da, Şahmerancının yanına çırak verildiğim o gün arkadaşlarımın ayrılığımı, bir ölüm olarak düşünmelerini istemiştim. ama o zaman ölüm adını vermemiştim buna. Çünkü ölümü tanımıyordum. Ya da sevecek kadar tanımıyordum, diyelim.
      Ayrılığa gelince. Her ayrılık ölümdü benim için.
      O günde, bugün de.

      Anladım ki artık bende çırak olacağım.
      Akşam yemeğini yediğimiz yer sofrasından kalkıp da, sedire oturduğumda içimde bir burukluk, bir hüzün, bir ağırlık çöktü. Kendimi iş sahibi biri gibi görüyordum. Ama bu, nedense beni neşelendirmiyor, tersine kopkoyu bir hüzün veriyordu. İş sahibi olmak demek ki buymuş, kendim kendi kendime. akşamları babamın eve asık yüzle, yorgun argın dönmesinin nedeni buymuş diye düşündüm. Babamla göz göze geldik. Aynı şeyleri düşündüğümüzü sanarak yüzüm kızardı, gözlerimi yere indirdim.
      Oysa ertesi sabah herşey bana bir oyun gibi geldi. Babamın elinden tutup da , sokağa çıkmamızda her şey hüzünlü bir oyunmuş gibi göründü gözüme. Kim bilir belki de bütün hayatımız gerçekten hüzünlü bir oyundu.. Sokaklar ıssızdı, bomboştu, daha arkadaşlarımın neşeli çığlıkları ve bağırışmalarıyla sokağı doldurmasına çok vardı. İlk kez sokağı bu denli sessiz görüyordum. İçim sızladı, ağlamaklı oldum. Birden içlerinden birini, herhangi  birini görme isteği kapladı içimi, sanki veda etmek gibi birşey olacaktı bu; bir ayrılık selamı gibi. Yokluğumu uzun bir zaman sonra fark etmelerinden duyduğum korkudan da olabilirdi bu, başka bir şeyden de. Belki de bir tanık arıyordum. Oysa hiç kimseyi göremedim sokakta, ayrılığımı kesinleyemedim.
     Babam dedi: "Ellerinin değerini bil, parmaklarının, hünerinin, güzel suret çiziyorsun. Senin yaşında bir çocuk bu kadar güzel suret çizebiliyorsa, ilerdie kim bilir neler çizer?"
     Babamın dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım, ama hoşuma gitmişti.
     Ustamın adı Mahir'di.
     Bana adımı sordu.
     Usulca: "İlyas," dedim.
     "Şahmeran'ı tanır mısın?" dedi.
     Başımı salladım.
     Akşam babama sormuştum: "Baba, Şahmerancı ne demek?"
     "Şahmeran nakşedip satan adama Şahmerancı derler."
     "Peki Şahmeran ne demek?"
     Babannemin elini öpmeye gittiğimizde duvarda sureti asılı olan o garip yaratığın adıymış Şahmeran. Her gittiğimizde görürdük onu. Güzel ve korkutucuydu.
     Hem güzel, hem korkutucu nasıl olunur, bilmiyordum o zaman.
     İlk gördüğümde uzun uzun bakmıştım, sonra da gözlerimi kaçırmıştım. (Babamı bağışlamış, geliniyle barışmıştı babannem, beni ne zamandır görmemişti.) Babannem, evi, eşyaları beni hep ürkütmüştü zaten. Yüzü hiç gülmeyen, insanın yüzüne baktığında sanki içini bütün çıplaklığıyla gören, görebilen bir kadındı. Ya da ben öyle sanırdım. Ne garip yazgı ki, işlediğim ilk Şahmeran'ı ona götürdüğümde can çekişiyordu, birkaç gün sonra da öldü. Bilinci yerinde değildi. ama gene öyle dimdoğru bakıyordu insanın yüzüne, herşeyi biliyor, herşeyi anlıyor, ama ses çıkaramıyormuş gibi.  Götürdüğüm şahmeran levhasının benim için ne anlama geldiğini anlamış mıydı bilmiyorum, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim.  Hatta o levhayı benim işlediğimi bile anlamamıştı belki. Hastalığı gereği o denli kendine kilitlenmiş ki...  Ona söylenmemiş bir sözüm kalmış gibidir; erken öldüğü için güceniğimdir ona...
     Babam öyle dediğinde, gözümün önüne kendi erkek, yüzü kadın; başı insan, altı yılan; kırk bacağı da yılandan olan; tacı simli ve nakışlı; kuyruğuda başına dek kıvrılmış duran bir yaratık geldi.
      "Aa! Ben onlardan mı işleyeceğim?" dedim babama. "Ama ben onlardan korkmuştum."
      "İnsan kendi eliyle işlediği şeyden korkar mı?" dedi babam. "Kendi eliyle işlediği güzellik insanı korkutur mu hiç?"
      Korkuturdu. Sanırım o zaman babam da bilmiyordu ve sanırım hiçbir zaman öğrenemedi. İnsanı  en çok korkutan şeyin güzellik olduğunu, ya öyle ya da böyle kendi yarattığı bir şeyin olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.
     Yaşanmadan öğrenilemeyecek şeylerden biriydi bu da.
     Ben dahi çok sonra öğrendim.
     Korkunun öğrettiği şeylerden biri olarak.
    "Şahmeran demek, yılanlar padişahı demek." Duraksadım. Bir yanlış yaptığımı düşünmüş olmalıyım. "Yılanların padişahının oğlu demek," diye düzelttim.
     Hiç ses çıkarmadı ustam.
     Bu yüzden hangi yanıtın doğru olduğunu anlamadım. Halâ anlamış değilim.
     Babanın mı? Oğulun mu?
     Artık hiçbirinin önemi yok.
     Yutkuna yutkuna sürdürdüm: "Kırk bacağı da yılandan yapılır," dedim.
     "Yapılır değil," dedi ustam. "Vardır, diyeceksin. Daha yapmadın ki, daha yapmadık."
     Yüzüne incecik bir gülümseme yayılmıştı.
     "Kırk bacağıda yılandandır," dedim. "Başında da simli, taşlı çok büyük bir tacı vardır."  
     Bu sırada gözümü duvarda asılı, yerlerde ard arda dizili duran onca şahmeran suretine çevirmiştim. Onları teker teker tarıyordum ki ustam sordu:
     "Bunların hangisi Şahmeran?"
     Duraksamadan yanıtladım:
     "Hepsi."
     Başını iki yana salladı.
     Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
     "Hayır," dedi. "Bunların hiçbiri Şahmeran değil."
     "Peki, nerede Şahmeran?" diye sormaktan kendimi alamadım.
     "Sen çizeceksin onu," dedi.
     Yüzüne şaşkın şaşkın bakıyor, ne demek istediğini kavramaya çalışıyordum ki, ekledi:
     "Sen çizemezsen, senin çırağın çizecek: oda çizemezse onun çırağı. Eğer böyle düşünmezsen Şahmeranı hiç çizemezsin."
     "Ama bütün Şahmeranlar birbirine benziyorlar," dedim.
     "Bütün insanlarda birbirlerine benzerler," dedi.
     Sustum. Uzun uzun sustum.
     Ustamın bir bilge kişi olduğunu ve işimin zor olduğunu o an anlamıştım.
     "Aferin," dedi. "Susman gereken yeri çok iyi biliyorsun." İlk aferin suskunluğuma, sustuğum yere verilmişti. Sonra babama döndü, - babam sınava çekildiğimin bilincinde, bir yandan verdiğim yanıtları aklının tartısına vurup güzel bulduğundan için için sevinçli; öte yandan ustanın kendisi gibi düşünüp düşünmediğini bilmediği için kaygılı; bu yüzden nasıl davranması gerektiğine karar verememiş bakınıp duruyor -.
    "Bu çocuk çok zeki," dedi. "Parmakları da zekası kadar işlekse, çok sürmez, cümle yörenin en iyi Şahmerancısı olur çıkar, cümle yörenin en iyi Şahmeranlarını çizer."
     Babam ağız dolusu güldü.
     O ana dek içinde tuttuğu bütün sevinç, kendini haklı kılmanın coşkusuyla bir kahkaha olarak boşalıvermişti.
     Çok az görmüşümdür babamın böyle güldüğünü.
    Yoksul bir adamdı babam. Yoksul bir mahallede otururduk. Altı kardeştik. Güç koşullar altında yaşam sürdürüyorduk. Şimdiyse ağız dolusu gülüyordu. Bu gülüsten kendime pay çıkarıp büs bütün umutlandım. Benim de övünülebilir biri olduğumu, olabileceğimi ilk kez o zaman anlamıştım. Kendime güveni ilk kez o zaman, Mahir ustanın basık tavanlı; içyağı, kandil, is kokan küçük dükkanında tatmıştım. Şimdi yaptığım her başarılı işten sonra gözümün önüne babamın o ağız dolusu gülen yüzü gelir. Gözlerim ıslanır; ağlayamam.
    Yaşasaydı eğer gene böyle olur muydum, bilmiyorum.
    Babam, o gece herzamankinden daha cömert davrandı bana, şeker aldı, leblebi aldı. İki koca adam gibi döndük eve, ikimizin de yüzü gülüyordu.
    Kapıyı bize açan annem, bizi öyle görünce çok şaşırdı.

    Ertesi sabah dükkanda işe başlamıştım.  Birkaç küçük tezgah vardı. İpler, boyalar, makaralar, çerçeveler, bezler, camlar, çıtalar. Boya karmasını, ip sarmasını, gergef kurmasını ve benzeri birkaç küçük işi öğrendim. Asıl öğrenmek istediğim çimekti. Ustam sabırsızlığımı sezmiş, için için gülüyordu ivecenliğime.

    Üçüncü gündü, ustam beni yanına oturttu.
    "Hikayesini bilmediğin, dahası kavramadığın, dahası anlamadığın bir şeyi çizmek zordur İlyas," dedi.
    "İnsan bilmediği şeye el uzatmamalı,
    "El uzatıyorsa bilmeyi göze almalı,
    "Bilmeyi göze almak zordur İlyas;
    "Bilmek ürkütür insanı, korkutur. Bilmek lanetlenmektir biraz da..."
    "Sana Şahmeran'ın hikayesini anlatacağım.
    "Haydi çizmeye başla!"
    "Dilersen ustam, anlat, ondan sonra çizeyim," dedim.
    "Olmaz," dedi. "Belki o zaman hiç çizemezsin. Hele hepsini birden anlarsan, hiç, ama hiç çizemezsin. Başlarken çok fazla şey bilmek gerekmez. Bilmek zamanla gerekir. Yaşadıkça hissedilir eksikliği. Yaşamında eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek insana hiçbir şey katmaz. Çizmekten vazgeçemeyeceğin zaman gelince, işte o zaman gelince göze alırsın her şeyi, hepsini bilmeyi.

    Ustamın her dediğini anlamıyordum tabii. Ama seziyordum. El yordamı sonuçları çıkarıyordum kendime. Bir de buyruklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışıyordum.

    Ustam dedi: "Önce bir bulanık suya bakar gibi bakacaksın önündeki beyaz boşluğa. Hani gökyüzüne bakarken bulutlar nasıl biçimlenirse gözünün önünde, dağa benzer, kuşa benzer, insana benzerse işte öyle bir bulutlu yumaktır önündeki beyaz boşluk. Bir şahmeran sureti getir gözünün önüne, onun karakalem bir suretini çimeye çalış. Senden önce çizilenlere benzeyecektir, hiç korkma bundan. Kaçınılmaz bir yoldur bu, geçilmesi gereken bir yol. Ve geçilmesi gereken bir yol. Uğramadan olunmaz bir konaklama yeridir. Acemidir, çocuksudur, senden önce çizilinlere benzer, ama gene de senindir, senin olmalıdır. Başkalarında görüpte kaptığın çizgilerin arasından kendi çizgin titrek de olsa, cılız da olsa görülmelidir. "Bakın, ben buradayım!" demelidir. Demelidir ki ardı gelsin."
     "Neresinden başlayayım usta?" dedim.
     Gülümsedi. Yüzünün yeni derinleşmeye başlamış kırışıklıkları, yüzündeki o beyaz aydınlığı buruşturuyordu.
     "Doğru ya unutmuşum," dedi. "İlk bu soru ile başlanır, işe neresinden başlayayım?" Kendini ve bütün çıkarklarını anımsamış gibiydi. "Neresinden başlarsan başla, yeterki ardını getirebil," dedi. "Ya da ardını getirebilecek biçimde başla."
     İlk gün karakalem birkaç Şahmeran çizdim kağıda. Ustama gösterdim. Ustam baktı, gülümsedi.
     "Bunların hiçbiri ötekine benzemiyor," dedi.
     Bu kez yeniden birkaç tane daha çizdim, gsöterdim.
     Bu kez de hepsi birbirine benziyor," dedi.
     Ne istediğini anlamamıştım ustamın, onu nasıl memnun edeceğimi bilemiyor, bunun yollarını düşünüyordum. Kaşlarım çatılmış olmalı ki:
     "Asma yüzünü," dedi. "Doğru yoldasın. Bir insan hep aynı şeyi çizer aslında, ama hiçbiri öteline benzemez. Benzememelidir. Oraya varmak içinse çok yolun var senin, daha çok gençsin, bu yolu sabırla geçmen gerek, yılmadan, usanmadan, bıkmadan, her güçlüğe göğüs gererek, kendine ve işine ihanet etmeden. Bir Şahmerancı en çok bunu öğrenmelidir: İhanet etmemeyi... En çok buna ihtiyacımız vardır bizim."
     Bir tane kocaman bir Şahmeran çizdim.
     Büyük olursa hepsini kapsar mı sandım ne?
     Ustam ne düşündüğümü anlamış gibi yüzüme gülümseyerek baktı, saçlarımı okşadı. Parmaklarının saçımın telleri arasından yumuşacık kaydığını hissettim. İlk kez okşanıyormuş gibiydim.
     Şahmerancı yanında çırak olmaktan utanmayacağımı, bir gün anasının, babasının elinden tutarak çarşıya gelmiş bir arkadaşımı gördüğümde onun gözlerinin içine bakara gülümseyebileceğimi düşündüm.
     Bu işi sevdiğimi düşündüm.
     Şimdi tüm bunları yazarken kendimi hiç mi hiç ustama ihanet etmiş gibi hissetmiyorum.
     Yaptığım işin hâlâ bir Şahmerancılık olduğu kanısındayım.

2.

      Küçük bir iskemle çekip, dizinin dibine oturmuştum.
      Ustam dedi:
      "Hele düşünelim bir, nedir Şahmeran? Kimdir?
      1Yüzyıllardır ne anlatır köy kahvelerinin kerpiç duvarlarından, cümle taşra illerinin kıraathanelerine uzanan görkemli ve gezgin sureti? Kırlent yüzlerinden, karyola eteklerine dek nakışlanan Şahmeran ne anlatır bu insanlara?
      Düşün ki, nice Şahmerancı vardır bu topraklar üzerinde yaşayan; her yıl yüzlerce Şahmeran sureti çizer, levhalar, satarlar. Bunları alıp duvarına asan insanlar ne görürler bunlarda? Neyin anısını saklarlar duvarlarında?
      "Nedir Şahmeran hikayesinin bağrında sakladığı zehir? Bu zehir ki bin yıldır bir masal tadında ağızdan ağıza yayılıp duruyor. Yılanla, insanın dostluğu ( ki buna, düşmanlığı da diyebiliriz) eskiye, çok eskiye uzanır, ta elmanın tarihine dayanır.
      "Yılan soylu, insan dönektir bu masalın ikliminde.
      "Ne demiştir Camsap'a Şahmeran:
      "Ben sana söylemiştim yâ Camsap, insanoğlu ihanet eder."
      Baştan alalım sözü;
      Şahmeran'ın kırk bacağında sürüdüğü gerçeğe yeniden, yeniden dönmek için:
      Evvel zaman içinde, yani tarihini ya bilmediğimiz, ya da bildirmek istemediğimiz bir zaman içinde. Danyal adında bir bilge kişi var idi. Kendine verilenlerle yetinmeyerek, dahasını hep dahasını araştıran, görünenin altındakini eşeleyen bir kişiydi bu Danyal. Kendini bildikleriyle sınırlamıyor, işiyle-gücüyle yetinmiyor, hayatın görünen -ya da göründüğü sanılan- yanlarını dipteki bir gerçeğe, saklı durduğuna inandığı bir gerçeğe ulaşmaya çalışıyordu. Bilmek ve öğrenmek bir tutkuydu onun için. Ömrünü (ve ölümünü) bir bilgin, bir bilge olmaya adamıştı. Bu yüzden başkaları onu anlamakta güçlük çekiyordu. Danyal ise bu yalnızlığı çoktan göze almıştı. Zaten bilmeyi göze alan, yalnızlığığ da, kargınmayı da göze almak zorunda değil miydi?
       Uzun yıllardır hekimlikten, felsefeye dek uzanan birçok alanda kendine özgü çalışmalarda bulunmuş, ilginç sonuçlar çıkarmış, değişik düşünceler edinmişti. Bir yandan çağına göre öncü sayılabilecek çalışmalarda bulunuyor; öte yandan bütün çağlarda bütün bilginlerin gözdesi olmuş konularda araştırmalar yapıyordu. Örneğin, ölümsüzlük gizinin ardına düşmüştü; sürekli genç kalmanın, sürekli diri kalmanın umarını arıyordu. Doğanın koynunda saklıydı her şey. (Doğanın bize sunduklarının ne kadarını bilebiliyorduk ki? Gördüğümüz, baktığımız, dokunduğumuz onca şeyi biliyor muyduk?) Şifalı otlardan yararlı merhemler yapıyor, bu merhemler en derin yaraları çabucak kaynatabiliyor, keskin ağrıları dindirebiliyordu. Bu küçük tansıklara baktıkça bi,r gün ölümsüzlüğü de edinebileceğine inanıyordu Danyal.
      Ne ki ömrü yetmedi Danyal'ın. ölümsüzlüğe varmak için ömrü yetmedi.
      Bilmenin, öğrenmenin, araştırmanın sonu gelmiyordu ama, insan ömrünün sonu geliyordu. Doğanın bize sunduğu sınırlanmış bir yaşamdı. Ölümüne çok yakındı, karısını çağırdı yanına. Başucunda bugüne değin bütün öğrendiklerini yazdığı bir kara kitap duruyordu. Bütüm yaşamını bu sayfalara harcamış, bütün ömrünü bir deftere sığdırmıştı. Karısı yanına gelince, kitabı aldı eline. Bütün ömrünü elinde tutuyordu şimdi.
      Dedi: Ben yetmedim; benim yetmediğim yerden oğlum sürdürsün.
      Dedi: Ömrüm yetmedi; ömrümün yetmediği yerden oğlum sürdürsün.
     Dedi: İnsan ömrü kısadır, başkasıyla, başkasının ömrüyle tamamlanmadıkça bir değeri kalmıyor öğrendiklerimizin. Her şey bizimle birlikte yeniden toprağa gömülüyor. Bu defter oğluma, oğlumu bu deftere emanet ediyorum.
      Kitabı karısına verdi, yani ömrünü onun ellerine teslim etti. Ve gözlerini bir daha açmamacasına yumdu.
      Oğlu daha küçücüktü Danyal'ın.
      Danyal öldü.
      Geriye oğlu kaldı.


      Oğlu yaramaz, afacan, dünyaya meraklı... Tez büyüdü. Zamanı geldi anası okula verdi Camsap'ı. Camsap ise haşarı, oyunbaz. Okumadı. Anasının aklı fikri sandığın dibinde yatan kara kitapta; Camsap, abeceyi çözecek, okumyaı öğrenecek, günü gelince verecek anası eline kara kitabı., babasının kaldığı yerden sürdürecek, yani babasının vasiyeti yerine gelecek. Hepsinin bir düş olduğunu, oğlu okula gittikçe, oğlu okula gitmedikçe, okuldan ve evden ve hayattan kaçtıkça; bütün günlerini ağaçlarda, su başlarında, ırmak boylarında, orman kuytularında geçirdikçe anladı. Sandığın dibinde kimsesiz duran kara kitabı da zamanla yavaş yavaş unuttu. Unutmak zorunda kaldı. Baktı başka yolu yok, oğlunu okuldan aldı, işe koştu. altına eşek çekti, ormana saldı; arkadaşlarıyla birlikte odunculuk yapmaya başladı Camsap. Sırtında baltası, dudaklarında ıslığı, altında eşeği her gün ormanına gidiyor, odun kesip getiriyor, böylelikle evinin nafakasını çıkarıyordu. Zamanla anası da alıştı oğluna. Camsap, Danyal'ın düşündüğü -ya da düşlediği- gibi biri Camsap değildi. Kendi yaşasaydı belki olurdu, ya da gene olmazdı, ama artık bunu düşünmenin hiç kimseye bir yararı yoktu. Hem oğulları, babalarının iz sürücüleri değillerdir. Babalar, oğullarını kendi kaldıkları yerden sürdüren bir çömez gibi görmekten vazgeçmelidirler. Oğul çömez değildir;oğul oğuldur.

OKUMAYA DEVAM....