18 Haziran 2012 Pazartesi

Murathan Mungan - Şahmeran'ın Bacakları - 2

Uzuuuuun bir aradan sonra kaldığımız yerden devam... Öncesini okumadan aşağıda yazanı okuma zira hiçbir şey anlayamazsın. Sonra hikayeye bok atma, dalarım!

Ukap adında bir Yahudi bilgin vardı Beyrut elinde. Bilgindi ama, bilge değildi bu Ukap. Mühr-ü Süleyman düşüne kapılmıştı bir kez. Eski ahitleri, kara kitapları, cümle yazılı belgeleri, taş baskısı yazıtları okumuş ve kimi giz dolu bilgiler edinmişti.

Onlardan öğrenmişti ki, Süleyman yalvacın sol elinde yüzük olarak taşıdığı bir mühür vardı. Süleyman yalvaç, bu mührü sayesinde cümle hayvanlar, cinler, periler, insanlar üzerinde büyük bir kudret sağlamıştı. Bu mühürle hepsine söz geçirebiliyor, hepsini buyruğu altına alabiliyordu. Bu mühre sahip olan, tıpkı Süleyman yalvaç gibi dünyaya hükmederdi. Ukap'ın bütün düşleri bu mührün çevresinde dönüyordu artık. Bu mührü ele geçirmek, bütün dünyaya hükmetmek, düşlerinin tümünü gerçekleştirmek istiyordu. Eski kitaplardan edindiği bütün bilgileri bir araya getiriyor, o mühre varmanın yollarını arıyordu.

Mühür, bir yüzük halinde Süleyman yalvacın sol elinin orta parmağında duruyordu.

Süleyman yalvacın bozulmamış ölüsü buncayıldır büyük bir taht üzerinde korunmuştu.

Bu taht bir büyük mağaradaydı.

İçi saray döşeli bu mağara, denizler ötesinde çok uzak bir adadaydı. O adaya gitmek içinse yedi deryalar geçmek gerekiyordu. Yedi deryalar geçmek içinse, bir ot gerekti. Şu bildiğimiz, gördüğümüz, ama gizini bilmediğimiz, tözünün değerini veremediğimiz otlardan biri. O ot ki, suyunu kaynatıp tabanlara sürüldüğünde toprak üzerinde yürür gibi deniz üzerinde yürüten bir ot.

O otu bulmak içinse Şahmeran'ı bulmak gerekti.
Şahmeran ki, onun gezinip dolandığı yerde cümle otlar dile gelip, gizlerini ele verir, ne işe yaradıklarını söylerler...
Demek ki, Mühr-ü Süleyman'a giden yol, Şahmeran'ın gezip dolandığı yerlerden geçecekti.
Dolayısıyla Ukap'ın peşine düştüğü, izini sürdüğü şey, yani düşünün ilk durağı, Şahmeran'ın saklandığı yerdi. 
Benim saklandığım yerdi.

Belkıya'nın ünü Kudüs'te yayılmıştı. Onun çok gezmiş, çok görmüş biri olduğu, bir bilge kişi, bir inanç adamı olduğu söyleniyor, hakkındaki söylentiler ağızdan ağıza yayılıyordu. Çok gezmiş, çok görmüş biri, -hele o çağlarda, yaşadığı yerden başka hiçbir yer görmemiş kişiler için, doğdukları yerde ölenler için- kim bilir ne kadar ilginçti. Çevresini birçok meraklı almıştı. Herkes, onun hikâyelerini dinlemek istiyordu. Uzaklık, insanoğlu için tansıklı bir şeydir. Uzak yerler, uzak ülkeler öteden beri insanoğlunun büyülü rüyasıdır. İnsanoğlu uzaklıkta ölümün  ve zamanın imgelerini bulur.

Ukap da, Belkıya'nın çevresini saran insanlar arasındaydı. Onun anlattıklarını büyük bir dikkatle dinliyor, hikayelerinin boşluklarını yakalamaya çalışıyordu. Ukap, Belkıya'nın Şahmeran'ı görmüş olabileceğini, yerini bilebileceğini tahmin ediyordu. Düşüncelerini usul usul, sezdirmeden açtı Belkıya'ya; koşulları eşit görünüyordu: Biri Mühr-ü Süleyman'ın yerini biliyordu, öteki Şahmeran'ın. Bu iki bilgiyi birleştirdiklerinde, bütün dünya ellerinin altında demekti.

Ukap'ın doymak bilmeyen bir hırsı vardı. Yüreği büyüdükçe bir horduma benziyordu; bütün dünyayı yutmak istiyordu. Güce susamış biriydi Ukap. Bütün gece susamışlar gibi umarsız ve zavallıydı, ezik bir yaşam sürmüş, insanlar tarafından sevilmemişti. Sürekli hakkının yenildiğini, yeteneklerinin ve değerinin bilinmediğini düşünüyordu. Bütün insanların ve insanlığın ona ödemek zorunda oldukları büyük bir borcu varmış gibi davranıyordu. Hayata karşı sıırsız bir öfke ve nefret duyuyordu. Çok şey biliyordu, çok şey okumuştu, ama tüm bunları kendi için, kendi hırsı için edinmişti. Bilmek, onun için para biriktirmek gibi bir şeydi. Bildiklerinde sevgi eksikti, erdem eksikti; bildiklerini ekndi için biliyordu yalnızca; bu yüzden de hiçbir yere akmayan, ulaşmayan, hiçbir şey dönüşmeyen bir şeydi bildikleri, kendinde birikiyor ve kendini boğuyordu.

Bütün dünyası, kendisinden ve hortumundan ibaretti.
Oysa Belkıya, Ukap'ın gerçek yüzünü göremedi: "Aşk gözlerini kör etmişti onun, beni bile kullanabilirdi bu uğurda. Yoksa aşkın doğruluğu nerede kalır?" Ukap'ın düşüncesinin çarpıcılığına kapıldı, bu düşüncenin her şeyi çabuklaştırıcı, erkenleştirici gücü, Belkıya'yı ivecenliğe uygun düşünüyordu. "Belkıya kandı; aramanın bulmakla bir olduğunu sandı."

Beni ele verdi.
Verdiği sözü uınuttuğundan mı? Değil.
Amacına ulaşmak için her yol mübahtır sandı. Ulaşmak için her yolu mübah kılan bir amaç, zaten artık kendi olamazdı. Belkıya birçok şey gibi bunu da bilemedi. Bu uğurda herkesi, her şeyi kullanabilirdi. Ama geriye ne kalırdı? Bunu düşünemedi.

Gizlice adaya gelip gizlenmişler, kapağı açık bırakılmış bir demir sandık içine bir billur kâseye süt, bir billur kâseye şarap koyup, beklemeye başlamışlar. Şahmeran da olsa, yılan yılandır; süte, şaraba dayanamaz. Önce sütü, sonra şarabı içtim, sızıp kalmışım tabii. Ayıldığımda sandığın içinde ve denizin ortasındaydım. Anladım ki tuzağa düşmüş, tutsak edilmiştim.

Beni kaçıranları görmemiştim daha.
(Ve uzun bir süre görmeyecektim.)
Sandığın içinden seslendim:
"Ey beni tutsak edenler! Nedir amacınız? Beni ne diye kaçırıyorsunuz? Ne istersiniz benden?"
Ukap yanıtladı beni:
(Bundan sonra da hep o yanıtlayacaktı.)
"Ey Şahmeran!" dedi. "Sakın korkmayasın! Ne sana, ne tebaana kötülük edecek değiliz. Sen bizim amacımız değil, aracımızsın. Bir şey arıyoruz biz. Bir ot. Onu bulmamıza yardım edeceksin yalnızca. Onu bulduktan sonra, seni yeniden aldığımız yere bırakacağız, kuşkun olmasın. Sen bizim tutsağımız değil konuğumuzsun."
"Ne otudur aradığınız?" dedim.
"Deniz üzerinde toprak üstünde yürür gibi yürüten bir ot," dedi Ukap
"Ne yapacaksınız op otu?" dedim.
"Yedi deryalar geçeceğiz, Mühr-ü Süleyman'a varacağız. Böylelikle bütün dünya avucumuzda olacak. Dünyayı ele geçireceğiz, bütün dünyayı..."
Daha o zaman anladım ki, Ukap, tutkusunun kurbanı olacak. Bu tutku yakıp kavuracak onu. Dünyayı ele geçirmek isteyen nice kişinin sonu kendi ateşiyle kavrulmak olmuştur. Bunlar pişmanlıkların en kötüsüyle ölürler. Çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... Dünyayı ele geçirdiklerini sandıkları anda bile yanılgıların en büyüğünü yaşıyorlardır. Halkın coşkusuna, delice alkışlarına, kayıtsız şartsız boyun eğişine yenilmişlerdir. Buyurmanın gücü kısa sürede kör etmiştir onları; artık hiçbir şeyi görmez olurlar. Bu da sonları olur. Ukap'ı gözümün önüne getirmeye çalıştım: Sivri çenesinde, sivri bir sakal taşıyan, iri, patlak, korkak gözleriyle dünyaya hayret ve kuşkuyla bakan, yüzündeki çizgilerin her biri doymak bilmeyen bir ihtirası ifade eden, elleri titreyen, kendi titreyen; ne zekâsı, ne yeteneği, ne kişiliği tutkularına yetmeyen biri. Kendini ele geçirememiş böyle bir kişi dünyayı ele geçirse ne olur? Çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... ,Bu yüzden durmadım üzerinde.
"Tutsağımız değil, konuğumuzsun..." demişti.

Bu zorunlu konukluk tam kırk gün sürdü. Dağ, taş, bağ, bahçe, çayır, çimen dolaştık durduk. Sonunda bulduk o otu.
Hemen kaynatıp ayaklarına sürdüler. Yürüye yürüye adama kadar geldik.
Beni ilk kez o zaman çıkardılar sandıktan. Belkıya'yı ilk kez o zaman gördüm. Her şeyi anlamıştım.
Göz göze geldiğimizde başını önüne eğdi.
İçimi yokladım: İçimde hasrete benzeyen bir şey yoktu.
Bu, benim sevdiğim Belkıya değildi.
"Ben sana söylemiştim yâ Belkıya," dedim. "İnsanoğlu ihanet eder."
Hiç ses çıkarmadı.
Pişman değildi belli, ama acı çekiyordu.

OKUMAYA DEVAM...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ne dersin bu konuda?