22 Temmuz 2010 Perşembe

Sakarya - Cebeci arası, çok öncesi ve sırası



 (Kefken Adası)

"Dokunsalar ağlarım" ile "Laf etseler parlarım" arasındaki uçurumda gidip geldiğim bir günde. Sakarya'dan, Cebeci'ye doğru yola çıkmak üzere Kuzey Terminali denilen göt içi büyüklüğündeki yapıya girdim ve Cebeci arabalarını bulmam hiçte zor olmamıştı.

Leş gibi terlemiş gömleğim, üzerimde durmaktan yapışmış şortumdan buram buram yüzüme vuran apiş arası kokusu, kesmemenin verdiği mutluluk eşliğinde bir haftalık sakalım ve yere konmaktan toz toprak içinde kalmış çantamla minibüsün en ön koltuğuna kurulmuştum. Görüntüden olsa gerek yanıma oturan olmamıştı. Öyle ki güzel bayanları geçtim orta yaştaki amcalar bile göz ucu ile baktıktan sonra aracın arkasına geçiyorlardı. Ta ki benim için adını efsaneler listesine yazdıran 1.90 ı aşkın boyu ile o muhterem gelene kadar. Ben ne isem o iki katımdı. En paspal halimle bile kendimi yalova prensi Yunusenyus Emrekus gibi hissediyordum. O derece yani. Hatta onu ilk gördüğümde yanıma oturması için inceden dua eder gibi bir hal takındım. Sanırım kendindisini mükemmel güzellikte hissetmek için çirkin kız arkadaşlar edinen orta güzel hatunlar gibi hissetme ihtiyacım vardı.

Yeşermiş ayaklarına geçirdiği topraklı sandaletler, vucudunda derisi görünmeyecek yoğunluğa ve uzunluğa erişmiş kılları yaklaşık  tahminim 11 ila 13 gün arası yıkanmamanın verdiği sırt yosunlanmasına sebep olmuş, saçlarının bir kısmı kel bir kısmı uzun - yani uzun saçlı kel- hali ile bana bakıp "Kayar mısın?" dedi. Bir an tereddüt etsem de "Ben iniyim siz böyle geçin." cümlesi ağzımdan çıkı verdi. Minibüse binmek isterken kolunu arabanın üst kısmına kaldırması ile maruz kaldığım koku Hitler'in sabunlaştırdığı  Yahudi arkadaşları getirdi aklıma. Erimişti adamın koltukaltı sürtünmenin verdiği ısıdan. Kılların ucu yanmıştı zaten.

1 saat 15 dakika omuz omuza yol gidecektik onunla. Birlikte bir şehri arkamızda bırakacaktık. Batı Anadolumun incisi Karadenizin nadide köylerini geçecek, ayçiçeği tarlalarını izleyecektik yol boyu, çiğdemlerle bezenmiş evlerin balkonlarında selamlayacaktık en nadide çiçekleri, bizden sonra açıp açmayacağını merak edecektik belkide. Hatta ve hatta Karadeniz'de bulunan 3-5 adadan biri olan Kefken Adası'nı patika yolun başından beraber görecek "Aha işte geldik." benzeri cümleleri birbirimize fısıldayacaktık usulca. Kısaca insanların sevgilileri ile romantik anlar yaşadığı güzel bir yolculuğa çıkacaktık, yorulurcasına... Ve ben bunları var olmas sebebi dünyadaki güzelliklerin bir karşı dengesi olduğuna inandığım bu vatandaşla yapacaktım. Sanırım yaptığım öküzlüklerin bir bedeliydi bu, o asi ruhun bir geri dönüşümü, gereksiz laf dinlememelerimin bir izdüşümü, simetrisiydi onun varlığı...

"O adam" ön tarafta şoföre yakın tarafa kurulurken, aracın sürücüsüde yerini almıştı kalkış için.  Ya "o adam"ın yanına oturacaktım, ya da arkada bir yerlere oturup başka insanların "o adam"ı olacaktım. Yaşayacaklarım, yaşadıklarım, şuursuzluklarım, inatlarım... Her seferinde birşeyler kaybetmeme sebep olan ve şu anda karşıma "o adam"ı çıkartan tüm hareketlerim ve sonuçları film şeridi gibi önümden geçiyordu. Şoförden arka kapıyı açmasını istedim ama ön tarafa bindim. Sebebi neydi? Başkalarının "o adam"ı olmak istemeyişim mi? Hiç sanmıyorum. O gibi bir durumda başkalarını düşünmeyecek kadar bencilim. Utanmayacak kadar yüzsüzüm desem yeridir ama yine de demiyorum. Sanırım son öküzlüğümden dolayı kaybettiğim değer biraz karambole geldi, kaybettiğim var olsaydı kazanılacak ömürlük mutluluğu algılayamadım  bu sebeple ağır bir ceza olmamıştı bana.  Kendimi bu şekilde cezalandırdım sanırım. Bilmiyorum. Bilemiyorum.. Ya da bunu bilmek işime gelmiyor. Herşeyin bir sebebi vardı sonuçta. İyinin, kötünün, varlığın, yokluğun.

Ps: Bu arada adam cidden çok keyifli sohbet etti yol boyu. Gözlerimi kapadığımda sanki bir arkadaşım varmış gibi keyifliydi. Büyük ihtimal internet, bilgisayar gibi bileşenlerden haberi olmayan biri ama :p buradan selam olsun Recep Abi'ye. (:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ne dersin bu konuda?