25 Haziran 2012 Pazartesi

Murathan Mungan - Şahmeran'ın Bacakları - 3

Buradan devam ediyoruz. Hikayenin en güzel yerlerinden birine geldik. Ortadan başlamayın okumaya. Efendi olun önce burayı okuyun.

4.

Bu ihanetin ortasında bile Belkıya'nın Ukap'tan ayrılığı ortaya çıkıyordu. Bana ihanet eden, çektiğim acıyı da anlıyordu.

Belkıya'nın utancı geçecekti biliyorum. Buradan ayrıldıktan sonra, benim varlığımdan kurtulur kurtulmaz unutacaktı her şeyi. (Daha önce de unutmuştu.) Aşk onun gözlerini kör etmişti. Onu anlamadığımı düşünüyordu, ya da bunun bir ihanet olduğunu bile düşünmüyordu. Oysa, ihanet bir kez başlamaya görsün, neresinden olursa olsun, herkesi, her şeyi kirletir.

"Vazgeçin Süleyman mühründen," dedim. "Çünkü vakit gelmedi. Çünkü o sizin olmayacak. Çünkü o herkesindir. Çünkü siz onu taşımayı bilmezsiniz. O denli sınırsız bir güç, o denli sınırsız sorumluluk, bilinç ve erdem gerektirir. Kaldı ki o denli sınırsız güç, insanoğlunu ne olursa olsun, kim olursa olsun baştan çıkarır, zaaflarına yenik düşürür. Dolayısıyla o, herkesin olacak. Hem sandığınız gibi yedi deryalar ardında değil, gözlerinizin önündedir. Oysa, insanoğlunun yaşamında değerini en çok bilmediği şey, gözlerinin önündekilerdir. Örneğin, sizler benimle dağ bayır dolaşırken ne fırsatlar kaçırdığınızın farkında bile değildiniz; gözleriniz öylesine bağlanmıştı ki, saplandığınız düşünceden başka her şeye öylesine kapalıydınız ki, çok daha önemli, çok daha büyük fırsatları kaçırdığınızı anlamadınız bile; çünkü aradığınız otun dışında hiçbir şeyi görmüyordu gözleriniz."

"Kaçırdığımız hangi fırsatlardır?" diye atıldı Ukap. Kanlı gözleri iri iri açılmıştı.

"Bir kez beni ele geçirmek kolay değildir. Bunu başardığınıza göre yaşamınızda elinize bir kez geçecek olan bu fırsatı iyi değerlendirmeliydiniz. Geçtiğimiz yerlerde yüzlerce, binlerce ota rastladık. Hepsi de dile gelip, tözündeki gizi ele verdiler.

Biri dedi: Ben gençlik oturum, kaynatıp suyumu içen bir daha hiç yaşlanmaz. Duymadınız bile,
Biri dedi: Beni hangi maddeye sürersen altına dönüşür, hiç yoksulluk çekmezsin. Duymadınız bile;
Biri dedi: Ben ölümsüzlük oturum. Ölümsüzlük bağışlarım insanoğluna. İnsanlığın en eski düşüyüm. Suyumu içen hiç ölmez. Duymadınız bile;

Duymadınız; çünkü yanlızca aradığınız şeye kilitlenmiştiniz; kulaklarınız yanlızca duymak istediklerinizi duyuyordu.
Mühr-ü Süleyman'ı o kadar istiyordunuz ki,onu edinseniz bile ne yapacağınızı, nasıl kullanacağınızı bilemezsiniz. Yaşamını yanlızca ihtiras üzerine kuran kişiler için amaç diye birşey yoktur. Amaç sürekli değişir. Mutlak olan ihtirastır, ne olursa olsun ihtiras... Dolayısıyla ihtiras sanıldığının tersine amaçsız bir şeydir. Size son kez söylüyorum: Vazgeçin Süleyman mührinden. Israrınızda direnirseniz encamınız ölümdür!"

Ukap, yeniden denmemiz, o otları aramamız için yalvaracak oldu. Gözlerinde pişmanlık ve yakarı okunuyordu.

Ancak gülümseyebildim bu öneriye.
"Her tuzak yalnızca bir kez içindir," dedim. Sonra ekledim: "Fırsatlar da tuzaklar gibidir."
Belkıya'yı Ukap'tan ayrı kılan şey hatırına Belkıya'ya sopkuldum:
"Oraya gitmeye kararlı mısın?" dedim. 
Başını salladı; gözlerini kaçırıyordu benden. Anladım sonuna kadar gidecekti. Göze almıştı.
Dedim: "Ya Belkıya! Sen bilmiyorsun ki, Ukap'la sen aynı şeyin peşinde değilsiniz. Sen seviyorsun, arıyorsun; oysa Ukap sevmiyor, hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmiyor. Bu yüzden sana son bir iyilikte bulunmak istiyorum. Son bir öğüdüm var, yalnızca senin için bir öğüt: Eğer oraya dek gitmeyi başarırsanız, Mühr-ü Süleyman'ı almaya sen kalkışma; bırak Ukap davransın. Bunu niye olduğunu ancak o zaman anlayacaksın. Bu senin için yapabileceğim tek ve son şeydir. Bu sözlerimi olsun sakın unutma..."

Ve denizin üzerinde iki mavi bedevi gibi uzaklaşıp gittiler. Ufukta kayboldular.

Arkalarından uzun uzun baktım.

Bu giden hangi Belkıya'ydı?

Onları serüvenlerinin çıkmazında bir başlarına bırakarak ifritlerimin arasına döndüm. Başımdan geçenleri anlattım. Yerimiz insanoğlu tarafından bolunduğu için, yeni bir yere, yeni bir gize taşınmamız gerekti... İfritlerim ve yılanlarımla kafa kafaya verip düşündük... Sonra da gelip bu gördüğün yere yerleştik. Uzun, sessiz yıllar geçti burada. Oysa şimdi bir kez daha insan ayağı bastı toprağımıza; kuşkulu, korkulu günler başlayacak demektir. Daha rahat yüzü göstermezler bize. Şu yeryüzünde kendinden başka her yaratığı buyruğu altına sokmuştur insanoğlu. Bir tek kendine söz geçirememiştir, söz geçiremez. Gücü, güçsüzlüğü gizler. Bu yüzden yüz yüze gelmek istemeyiz onunla. Uyanış günümüze dek gizleneceğiz...

5.

Çıraklığımın ilerleyen günlerindeydim artık.
Ustama söyeyip söylememekte kararsız kaldığım duygular yüreğime ağırlık veriyordu. Ustamı kendime bir rakip, ya da kendi varlığım için bir tehlike olarak ne zaman hissettim, bilmiyorum. Bir gün, Şahmeran hikayelerini anlattığı günlerin birinde (galiba Belkıya'nın ihanetinden ya da Mühr-ü Süleyman'ın ardındaydık daha) tezgahın başındayken doğruldu; ağır ağır kalktı yerinden, -arkaqsı dönüktü bana, sırtını görüyordum. Birden onu ölüme ne kadar yaklaşmış olduğunu düşündüm. Sırtı çökmüş, hafif kamburu çıkmıştı, elleri ne kadar uçarıysa, gövdesi o kadar ağırdı. Sırtındaki o çöküklük, sanki bilmeden altına giriverdiği o kambur bana onun ölümünü sinsi bir sevinçle düşündürmüştü.Ustam ölecekti. Gözümün önüne çizdiği o ölümsüz Şahmeran suretleri geldi. Birbirinden güzel bu suretleri bu duygular ne yazık ki gerçekti. Ustamı çok seviyordum.

İlk kez, yaradanı, doğuranı, öğreteni, büyüteni, yetiştireni öldürmenin sevgisi, öldürerek o olmanın, onun yerine geçmenin bu vahşi isteğini o zaman öğrenmiştim. Buna öğrenmek demek de pek doğru değil, "hissetmiştim" demeliydim. Daha sonra usta-çırak ilişkimiz ilerledikçe anladım ki, benim varlığımın önünde en büyük engel olarak ustam duruyor. Ulu bir çınarın gölgesindeydim ve hep öyle kalacağım. Öte yandan ne kadar ustalaştığımı görmesini en çok istediğim insan gene ustamdı. Bunu onun görmesini, buna onun tanık olmasını istiyordum. Yani, o yaşarken gerçekleşmeyecek bir şeyi en çok onun görmesini...
Yani bir çeşit bir başka ölüm...
Neyse... Ustalığın en çok gereksindiği şeyin sabır olduğunu anlamama daha çok vardı.

CAMSAP'IN SORDUĞUDUR

Şahmeran hikâyesini büyük bir dikkatle dinleyen Camsap, hikayenin burasında duraksadı. Hikayenin dönüp dolaştığı yer , İnsanoğlunun ihanetiydi.

"Yâ Şahmeran!" dedi. "Hakkın var, ben de insanoğluyum. Benden de kuşkulanmaktasın. Ne ki sınanmamış bir kuşkudur seninki. Beni tanımıyorsun sen, Belkıya'yı tanıyorsun ve bütün insanlığı Belkıya'yla bir tutuyorsun."

"Seni sınamanın bedeli çok yüksektir yâ Camsap. Yalnız kendi yazgım değil ki söz konusu olan. Yalnızca kendi yazgımı senin ellerine versem çok dert değil; ama unutma, bütün tebaamın yazgısı buna bağlı, benim ölümüm aynı zamanda uyanışımızın muştusu, simgesidir. Ya erken ölürsem, vaktinden evvel. Hiçbir işe yaramaz bu. Vakti gelmemiş Süleyman mührü nasıl insan eline geçmediyse, benim ölüm de geçmemeli. Ölümümü kollamak zorundayım, anlıyorsun değil mi?"

"Lakin burada olduğum sürece beni tanımamış olacaksın yâ Şahmeran. Denenmemiş, sınanmamış bir dostluğun yalancı güvenidir bu. Senin mekânında ve senin koşullarındayım. Elbette varlığım (ya da dostluğum) güven verecek sana. Kof bir içerinci. Oysa, gerçek sevgide yitirme korkusu vardır. Sevileni herhangi bir eşya olmaktan çıkaran bir duygudur bu. Gönder beni yâ Şahmeran, sına beni, sana insanın bir Belkıya olmadığını kanıtlama fırsatı ver bana. Beni burada tuttuğun sürece öğrenemeyeceğin bir şeydir bu."

"Daha çok toysun yâ Camsap! Kendine çok güveniyorsun. Sen de kendini denememiş, sınamamışsın ki. Nereden biliyorsun kendini? Doğru, burası benim kenânım, benim koşullarımdasın. Ama yeryüzünün koşulları seni değiştirmeyecek mi? İhanete sürüklemeyecek mi? Yeryüzüne ve suyüzüne çıkmış şeyler ne kadar saklı kalır? Kalabilir? Beni, burayı, şu yaşadıklarını anlatmak isteyeceksin; yüreğin dar gelecek saklandığın gize; başkalarıyla paylaşmak isteyeceksin yaşadığın, gördüğün şeyleri, böyle bir masal saklı kalmaz Camsap. Bir szö, bir anıştırma çıkacak ağzından ve her şey çözülüverecek sonra. İşte bu kuşkuyla yaşamak istemem yâ Camsap! Hiç kimse yazgısını bir başkasına bu kadar teslim etmemeli..."

Camsap anladı ki, Şahmeran bir süre daha alıkoyacak onu, kolay kolay salmayacak.

"Sıkma canını yâ Camsap," dedi Şahmeran. "Yaz gelince Kaf dağının ardına göçeceğiz... Madem başladın bu masala, sonuna dek yaşa, Kaf dağının ardını da gör, hem orası buralardan daha güzeldir; daha çok eğlenir, daha güzel vakit geçirirsin. Ben de bu arada sana her gece Belkıya öyküsünün bir bölümünü anlatırım," dedi.

"Ne kadar sürer bu?" diye sordu Camsap.
"Bin masal gecesi," dedi Şahmeran.




SÜLEYMAN MÜHRÜ

Masal zamanı uzundur. Belkıya ile Ukap, ıssız deniz çölünün ortasında iki bedevi gibi yol alıp, yedi deryalar geçmişler... Sonra varmışlar Süleyman'ın adasına,  varmışlar Süleyman'ın tahtına... Belkıya anımsamış Şahmeran'ın sözlerini; varmamış Süleyman'ın yanına. Yıllardır bu anın hasretiyle yanıp tutuşan Ukap ise atılıvermiş hiç düşünmeden.

Süleyman adasına yaklaşırken Belkıya, uyku adasını düşündü.

Süleyman'ın uykusunu düşündü.
Uykusunda bekleyenleri, uykusunu bekleyenleri düşündü.
Bu kadar yoğun bir ışıkta nasıl uyuyordu? Uyku karanlık istemez miydi? Daha kaç fersah yolları vardı, ama adadan (adasından) taşan ışık bütün denizi, uzaklıkları, düşleri boğuyordu.

Adaya yaklaştıkça hem ışığa alışıyor, hem de ışığın keskinliğini daha şiddetle duyuyordu.
Koyu gür bitkiler, tansıklı ormanlar, tokat şiddetinde tuzlu rüzgarlar ve binbir baharat kokusuyla çevrilmişti mağarası.
Her yer, her yön kamaşmıştı.
Körleşmeye yakın bir karmaşaydı bu.
Gözlerini alıştırmak uzun sürdü. Karanlığa alışmak gibi bir şeydi bu. O zaman anladı Süleyman'ın nasıl uyuyabildiğini... Ağır ağır yol aldılar. Mağaranın ağzı, büyük, geniş, ürkütücü bir örümcek ağıyla kaplanmıştır. (Kutsal kitaplarda daha sonra birçok yalvacın -özellikle son elçinin- saklandığı mağaranın ağzını örtmek için yeniden ortaya çıkacaktı bu örümcek.) Usulca ağı delerek içeri girdiler. Yıllardır beklemiş bir serinlik çarptı yüzlerine. Karşıda som altından büyük bir tahtın üzerine uzanmış yatıyordu Süleyman yalvaç. Ölü gibi değil, uyur gibi yatıyordu. Ölümün güzelliği ışıtıyordu genç, diri kalmış gövdesini. Mağaranın içi bir saray gibi döşenmişti. Yerlere dek inen ağır perdeler, ipekler, kadifeler, simler, nakışlar, sırmalar, dolamalar, sedefler, oymalar, kakmalar, altınlar, gümüşler, mermerler, çiniler içindeydi. Serinliğin yumuşak rüzgarı arada bir bunları dalgalandırarak bu büyüyü büyültüyordu.Ölümünü kuşatmış onca güzellik içerisinde uyur gibi ölüyordu. Güneşin koyulttuğu bakır tenini iyice saydamlaştıran, yakası göğsünde dek açık bir giysi vardı üzerinde. Ellerini göğsünde kavuşturmuş bekliyordu. Dudaklarının kıvrımında belli belirsiz bir gülümsemeyi gizliyordu. Mühür yazgısına bağlamıştı ölüsü/nün yazgısını.


20 Haziran 2012 Çarşamba

Müzeyyen Senar - Kimseye Etmem Şikayet

İlk doğduğunda kim tahmin edebilirdi -kaç yaşında olursa olsun-hayatı boyunca yaşadıklarını. 
Mesela ben bir ara hep öğle uykusuna yatacağımı zannediyordum. Evdekiler öyle kandırıyorlardı. "Hadi hep beraber öğle uykusuna..." diyerek. 

Daha sonra okula başladım. Hayat boyu okula gideceğim hissine kapıldım. Hele üniversitede. 2. sınıftan 3. sınıfa geçerken tutturulması gereken ortalama var ya.. Bazı okullarda 4 üzerinden 2 bazı okullarda 1.8.. O yıllarda üniversite bitmeyecek gibi geliyordu. 15 ay askerlik yapıcaz lan diyordum. Yine aynı yıllarda bir ömür bekar yaşarım bile diyordum. Şimdi hemen onu 5-7 yaş arası çocuklar söylüyor "ben evlenmeyeceğim" diyerek düşüncesi geçmesin kuş beyninden.. Benim demek istediğim farklı. Olmayacak gibi geliyordu. Ha buldum bir güzel, o da beni buldu az güzel.. ehehe.. 

Şimdi üniversite bitti. Askerlikten kurtuldum. -15 ay gidipte şikayet edenlere nispet yapayım. Kilodan muaf oldum. Ufak ufak veriyorum şu an da fazlalıkları ehehe..- Nişanlandım, çalışıyorum... Ve şimdide hayatımın sonuna kadar çalışacakmışım gibi geliyor.. Ki bir tanısan benden tembeli yoktur.

Vel hasıl hayat iyi ya da kötü şeklinde yaftalanamayacak bir şekilde gidiyor. Ve eminim ki senin hayatın da bu şekilde.. Tamamen kötü diyemezsin ya da 4/4 lük diyemezsin.. İniyor çıkıyor. Üzüyor, sevindiriyor. vs. vs.

Ama kimse kimseye gerçekten şikayet edemiyor...


18 Haziran 2012 Pazartesi

Murathan Mungan - Şahmeran'ın Bacakları - 2

Uzuuuuun bir aradan sonra kaldığımız yerden devam... Öncesini okumadan aşağıda yazanı okuma zira hiçbir şey anlayamazsın. Sonra hikayeye bok atma, dalarım!

Ukap adında bir Yahudi bilgin vardı Beyrut elinde. Bilgindi ama, bilge değildi bu Ukap. Mühr-ü Süleyman düşüne kapılmıştı bir kez. Eski ahitleri, kara kitapları, cümle yazılı belgeleri, taş baskısı yazıtları okumuş ve kimi giz dolu bilgiler edinmişti.

Onlardan öğrenmişti ki, Süleyman yalvacın sol elinde yüzük olarak taşıdığı bir mühür vardı. Süleyman yalvaç, bu mührü sayesinde cümle hayvanlar, cinler, periler, insanlar üzerinde büyük bir kudret sağlamıştı. Bu mühürle hepsine söz geçirebiliyor, hepsini buyruğu altına alabiliyordu. Bu mühre sahip olan, tıpkı Süleyman yalvaç gibi dünyaya hükmederdi. Ukap'ın bütün düşleri bu mührün çevresinde dönüyordu artık. Bu mührü ele geçirmek, bütün dünyaya hükmetmek, düşlerinin tümünü gerçekleştirmek istiyordu. Eski kitaplardan edindiği bütün bilgileri bir araya getiriyor, o mühre varmanın yollarını arıyordu.

Mühür, bir yüzük halinde Süleyman yalvacın sol elinin orta parmağında duruyordu.

Süleyman yalvacın bozulmamış ölüsü buncayıldır büyük bir taht üzerinde korunmuştu.

Bu taht bir büyük mağaradaydı.

İçi saray döşeli bu mağara, denizler ötesinde çok uzak bir adadaydı. O adaya gitmek içinse yedi deryalar geçmek gerekiyordu. Yedi deryalar geçmek içinse, bir ot gerekti. Şu bildiğimiz, gördüğümüz, ama gizini bilmediğimiz, tözünün değerini veremediğimiz otlardan biri. O ot ki, suyunu kaynatıp tabanlara sürüldüğünde toprak üzerinde yürür gibi deniz üzerinde yürüten bir ot.

O otu bulmak içinse Şahmeran'ı bulmak gerekti.
Şahmeran ki, onun gezinip dolandığı yerde cümle otlar dile gelip, gizlerini ele verir, ne işe yaradıklarını söylerler...
Demek ki, Mühr-ü Süleyman'a giden yol, Şahmeran'ın gezip dolandığı yerlerden geçecekti.
Dolayısıyla Ukap'ın peşine düştüğü, izini sürdüğü şey, yani düşünün ilk durağı, Şahmeran'ın saklandığı yerdi. 
Benim saklandığım yerdi.

Belkıya'nın ünü Kudüs'te yayılmıştı. Onun çok gezmiş, çok görmüş biri olduğu, bir bilge kişi, bir inanç adamı olduğu söyleniyor, hakkındaki söylentiler ağızdan ağıza yayılıyordu. Çok gezmiş, çok görmüş biri, -hele o çağlarda, yaşadığı yerden başka hiçbir yer görmemiş kişiler için, doğdukları yerde ölenler için- kim bilir ne kadar ilginçti. Çevresini birçok meraklı almıştı. Herkes, onun hikâyelerini dinlemek istiyordu. Uzaklık, insanoğlu için tansıklı bir şeydir. Uzak yerler, uzak ülkeler öteden beri insanoğlunun büyülü rüyasıdır. İnsanoğlu uzaklıkta ölümün  ve zamanın imgelerini bulur.

Ukap da, Belkıya'nın çevresini saran insanlar arasındaydı. Onun anlattıklarını büyük bir dikkatle dinliyor, hikayelerinin boşluklarını yakalamaya çalışıyordu. Ukap, Belkıya'nın Şahmeran'ı görmüş olabileceğini, yerini bilebileceğini tahmin ediyordu. Düşüncelerini usul usul, sezdirmeden açtı Belkıya'ya; koşulları eşit görünüyordu: Biri Mühr-ü Süleyman'ın yerini biliyordu, öteki Şahmeran'ın. Bu iki bilgiyi birleştirdiklerinde, bütün dünya ellerinin altında demekti.

Ukap'ın doymak bilmeyen bir hırsı vardı. Yüreği büyüdükçe bir horduma benziyordu; bütün dünyayı yutmak istiyordu. Güce susamış biriydi Ukap. Bütün gece susamışlar gibi umarsız ve zavallıydı, ezik bir yaşam sürmüş, insanlar tarafından sevilmemişti. Sürekli hakkının yenildiğini, yeteneklerinin ve değerinin bilinmediğini düşünüyordu. Bütün insanların ve insanlığın ona ödemek zorunda oldukları büyük bir borcu varmış gibi davranıyordu. Hayata karşı sıırsız bir öfke ve nefret duyuyordu. Çok şey biliyordu, çok şey okumuştu, ama tüm bunları kendi için, kendi hırsı için edinmişti. Bilmek, onun için para biriktirmek gibi bir şeydi. Bildiklerinde sevgi eksikti, erdem eksikti; bildiklerini ekndi için biliyordu yalnızca; bu yüzden de hiçbir yere akmayan, ulaşmayan, hiçbir şey dönüşmeyen bir şeydi bildikleri, kendinde birikiyor ve kendini boğuyordu.

Bütün dünyası, kendisinden ve hortumundan ibaretti.
Oysa Belkıya, Ukap'ın gerçek yüzünü göremedi: "Aşk gözlerini kör etmişti onun, beni bile kullanabilirdi bu uğurda. Yoksa aşkın doğruluğu nerede kalır?" Ukap'ın düşüncesinin çarpıcılığına kapıldı, bu düşüncenin her şeyi çabuklaştırıcı, erkenleştirici gücü, Belkıya'yı ivecenliğe uygun düşünüyordu. "Belkıya kandı; aramanın bulmakla bir olduğunu sandı."

Beni ele verdi.
Verdiği sözü uınuttuğundan mı? Değil.
Amacına ulaşmak için her yol mübahtır sandı. Ulaşmak için her yolu mübah kılan bir amaç, zaten artık kendi olamazdı. Belkıya birçok şey gibi bunu da bilemedi. Bu uğurda herkesi, her şeyi kullanabilirdi. Ama geriye ne kalırdı? Bunu düşünemedi.

Gizlice adaya gelip gizlenmişler, kapağı açık bırakılmış bir demir sandık içine bir billur kâseye süt, bir billur kâseye şarap koyup, beklemeye başlamışlar. Şahmeran da olsa, yılan yılandır; süte, şaraba dayanamaz. Önce sütü, sonra şarabı içtim, sızıp kalmışım tabii. Ayıldığımda sandığın içinde ve denizin ortasındaydım. Anladım ki tuzağa düşmüş, tutsak edilmiştim.

Beni kaçıranları görmemiştim daha.
(Ve uzun bir süre görmeyecektim.)
Sandığın içinden seslendim:
"Ey beni tutsak edenler! Nedir amacınız? Beni ne diye kaçırıyorsunuz? Ne istersiniz benden?"
Ukap yanıtladı beni:
(Bundan sonra da hep o yanıtlayacaktı.)
"Ey Şahmeran!" dedi. "Sakın korkmayasın! Ne sana, ne tebaana kötülük edecek değiliz. Sen bizim amacımız değil, aracımızsın. Bir şey arıyoruz biz. Bir ot. Onu bulmamıza yardım edeceksin yalnızca. Onu bulduktan sonra, seni yeniden aldığımız yere bırakacağız, kuşkun olmasın. Sen bizim tutsağımız değil konuğumuzsun."
"Ne otudur aradığınız?" dedim.
"Deniz üzerinde toprak üstünde yürür gibi yürüten bir ot," dedi Ukap
"Ne yapacaksınız op otu?" dedim.
"Yedi deryalar geçeceğiz, Mühr-ü Süleyman'a varacağız. Böylelikle bütün dünya avucumuzda olacak. Dünyayı ele geçireceğiz, bütün dünyayı..."
Daha o zaman anladım ki, Ukap, tutkusunun kurbanı olacak. Bu tutku yakıp kavuracak onu. Dünyayı ele geçirmek isteyen nice kişinin sonu kendi ateşiyle kavrulmak olmuştur. Bunlar pişmanlıkların en kötüsüyle ölürler. Çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... Dünyayı ele geçirdiklerini sandıkları anda bile yanılgıların en büyüğünü yaşıyorlardır. Halkın coşkusuna, delice alkışlarına, kayıtsız şartsız boyun eğişine yenilmişlerdir. Buyurmanın gücü kısa sürede kör etmiştir onları; artık hiçbir şeyi görmez olurlar. Bu da sonları olur. Ukap'ı gözümün önüne getirmeye çalıştım: Sivri çenesinde, sivri bir sakal taşıyan, iri, patlak, korkak gözleriyle dünyaya hayret ve kuşkuyla bakan, yüzündeki çizgilerin her biri doymak bilmeyen bir ihtirası ifade eden, elleri titreyen, kendi titreyen; ne zekâsı, ne yeteneği, ne kişiliği tutkularına yetmeyen biri. Kendini ele geçirememiş böyle bir kişi dünyayı ele geçirse ne olur? Çok gördük bu örnekleri, göreceğiz de... ,Bu yüzden durmadım üzerinde.
"Tutsağımız değil, konuğumuzsun..." demişti.

Bu zorunlu konukluk tam kırk gün sürdü. Dağ, taş, bağ, bahçe, çayır, çimen dolaştık durduk. Sonunda bulduk o otu.
Hemen kaynatıp ayaklarına sürdüler. Yürüye yürüye adama kadar geldik.
Beni ilk kez o zaman çıkardılar sandıktan. Belkıya'yı ilk kez o zaman gördüm. Her şeyi anlamıştım.
Göz göze geldiğimizde başını önüne eğdi.
İçimi yokladım: İçimde hasrete benzeyen bir şey yoktu.
Bu, benim sevdiğim Belkıya değildi.
"Ben sana söylemiştim yâ Belkıya," dedim. "İnsanoğlu ihanet eder."
Hiç ses çıkarmadı.
Pişman değildi belli, ama acı çekiyordu.

OKUMAYA DEVAM...

7 Haziran 2012 Perşembe

Avrupa Şampiyonası Bahis Tahmini

Selam millet,

Uzun süredir çok kişinin beklediği avrupa şampiyonası başlıyor. İlk kuponumu bugün yapmış bulunmaktayım. İlk maçlara küçükten giriş yaptım.

İspanya maçı riskli gibi geldi ama dayanamadım ekledim kupona.





5 Haziran 2012 Salı

Türk futbolunda ki sefil yıldızlar


Selam millet,

Direk konuya gireceğim.. Sergen Yalçın ne güzel anlatıyor ve bir bakıma da özeleştirisini yapıyor.

"Almanya milli maçından sonra Bayern Münih'e transferim vardı. Adamlar bir araştırmışlar, almadılar" diyor.



Peki bizim vasıfsız yöneticiler neye bakıyor futbolcu alırken? Geçmişte bir iki başarsı var mı yok mu? İsmi var mı yok mu? Ki yıllardır şunu gördük. İsimli futbolcu dahi olsa Türkiye'ye geldiğin bu isim yapmış halinin %30'unu anca oynuyor. Ahanda Ailton, Quaresma, Simao, Ortega, Guti, Guiza, Kleberson, Ricardinho hatta ve hatta Roberto Carlos.. Bakıldığında bu isimler takımlarına 10 üzerinden ortalama 3 puan alacak şekilde katkı sağlamışlardır. Ve hiç biri aldıkları paraları haketmemiştir. Ve işin acı tarafı bu oyuncuların çok büyük bir kısmı Beşiktaş forması giymiştir. Ama sıfır mücadele ile giymişlerdir siyah beyazı.

Bugün TRT Spor'un internet sayfasında gördüm. Portekizlilerden Beşiktaş'a ihtarname 
başlıklı bir haber. Quaresma, Simao, Bebe... Ne verdiniz bu takıma? Hangi hakla istiyorsunuz o parayı? Hangi yüzle?

Ben olaya taraftar gibi bakarım. Profesyonel değilim. Futbolcular bu sorulara "sözleşmemizde bulunan haklar doğrultusunda istiyoruz bu paraları" diyebilirler ki sonuna kadar haklıdırlar. Benim kızgınlığım bu oyunculara değil. Yıllardır aynı yanlışı yapan, yıllardır yaptıkları işi öğrenemeyen iş bilmez yöneticilere.

2 seçenek var.

Bu yöneticiler, ismi lazım değiller ya gerizekalı ya da bu işten rantları var. Yoksa ard arda 6-7 yıl boyunca aynı yanlış yapılır mı? Aklı başında olan hangi yönetici yaptığı yanlıştan ders almaz. Bir insan yöneticilik konusunda bu kadar mı kötü niyetli ya da vasıfsız olur.

Gözünü sevdiğimin İlhan Cavcav'ı. Çok isterdim gelsin Beşiktaş'ımı yönetsin. Şimdilerde ise Galatasaray'lı taraftarları şanslı görüyorum. Kriz yönetimi bilen, lider bir başkanları var. Para harcamayı hovardalık olarak görmeyen, para kazanabileceği yere para harcayan bir başkanları var.

Yazık Beşiktaş kongre üyelerine. Onlarda en az seçtikleri başkanlar kadar vasıfsız, iş bilmez insanlar ki bunca yıl ard arda seçtiler bu adamı.

Şimdilerde Fikret Orman işi kurtarabilecek bir görüntü çiziyor fakat durum çok ciddi. Tüm camiayı arkasına almadan başarabilir mi bilemiyorum.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Oi Va Voi - Yesterday's Mistakes

Yorucu geçen bir günün ardından.

 Biraz x (huzur + rahatlama + melodi) = Yesterday's Mistakes.

 Bu denklemi sağlayabiliyorsunuz şarkı ile.






Yesterdays Mistakes by Oi Va Voi on Grooveshark



Don't need another resolution to feel
As though I'm going somewhere, somewhere

You said you needed me
Or at least that's what I thought
At times the memories
Seem to be knocking at my door
I've seen the film a million times
Feels like I wrote the storyline
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

I like to think I'm stronger now
Victim of common sense
The truth is that I know I still
Confuse the past with the present tense
Condensing what we had
To a single frame
That sticks in my mind
As I try to move on
The same image comes back every time

They were yesterdays mistakes
And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
Somewhere

Forgive my selfishness
I'd be grateful if you can
Forget my ingratitude
You think I'm twice the girl I am
They say we should forgive
But not forget
What has gone before
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
They were yesterdays mistakes

I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

Milli takım ruhu

Selam millet,

En başından beri milli takımı yerli teknik direktörün çalıştırması gerektiğini savunanlardanım. Bunda en büyük etken aynı dilin konuşulmasıdır. Şimdi kulüp takımında durum çok daha değişik. Nihayetinde teknik direktörün, oyuncularına önünde kendini ifade edebileceği aylar mevcut. Kısa vadede başarı sağlanamasa da bile iyi bir teknik direktör ise orta ve uzun vadede tatmin edici başarı sağlayabiliyor. Fakat konu milli takım olunca tüm takımın bir arada bulunduğu süre kamp zamanları ile sınırlı. Hele ki Türkiye gibi her turnuvaya katılım gösteremeyen bir ülke teknik direktörü ise bu kişi kam zamanları seyrekleşmektedir.

Bunun yanında milli takımdaki başarının düzenli çalışmaktan, iyi bir taktikten çok motivasyon ile sağlandığını düşünüyorum. Ve bu motivasyonu sağlamak için de aynı dili konuşmanın çok büyük bir etken olduğu aşikardır. Belki klişe bir deyim olacak ama "Türk futbolcusu duygusaldır." Bu duygusallığı da hesaba katarsak - her ne kadar futbolun dili bir ise de- aynı kültürden gelen bir teknik direktörün oyunculara daha kısa sürede nufuz edeceği aşikar. Tabii ki bu teknik direktörün özellikleri ile doğru orantılı.



2 Haziran Portekiz - Türkiye milli maçında rakibi 1-3 yenmemizden çok maç öncesi oyuncuların göstermiş olduğu incelik beni gelecek için umutlandırdı. Maç öncesinde Bulgaristan maçında sakatlanan İsmail Köybaşı için "Geçmiş olsun" yazılı 3 numaralı formayı giymeleri bir bilinç başlangıcının göstergesidir ki burada en büyük payın teknik direktör Abdullah Avcı'da olduğunu düşünüyorum.

Yoksa milli takım hazırlık maçında Portekize 3 atmış. Eeee atmış da ne olmuş. Kazakistanı, Gürcistanı yenemeyip Avrupa Şampiyonasına katılamadık. Vel hasıl şans verilmeli.

Ben bundan sonra Abdullah Avcı'nın sefil anadolu takımlarından birini çalıştıracağına inanmıyorum. Buradan gideceği 4 büyüklerden biridir hatta ve hatta milli takımda başarılı olması halinde avrupa'da bir takıma bile gidebileceğine dair inancım var. Tabii bunu zaman gösterecek.





Büyük Gün Bugün

Merhaba millet,

Üniversitedeyken Yakup ve Tuna isminde 2 arkadaşım vardı. Tuna sakin, Yakup piçin önde gideni ben de yavşaktım. Yani rollerimiz bu idi birlikteyken.

Kantinde Yakup gider kızın tekine sataşırdı. Mesela kaşlarını kalem ile çizen bir kız vardı. Parmağını yalayıp kızın kaşının ortasını silerdi. Ben bunu millete anlatırdım. Tuna'da utanırdı.

Sakarya Üniversitesi'ni bilirseniz eskiden bir "orta bahçesi" vardı. 4 binanın arasında kalan bir bahçe. Yazın serin olurdu pek güneş almazdı. Kışın oturmazdı kimse genelde tek tük sandalyeler olurdu.

Yazokulunda Yakup piçi ile pinekliyorduk. Tonla para verip derse girmeyen enayilerdendik ki zaten 7 senede bitirdik yer yüzünde okunması kolay en kolay bölümlerden biri olan Turizm İşletmeciliğini. Şu an birimiz dış turizm de diğerimizde iç turizm de söz sahibi insanlarız. Aslında sülaleden biri tatile gidecek olursa "abi şuraya git" demekten bir adım öteye gidemedik.

"Kısa boylu çilli kız var ya abi. Bu kızla ömür geçer." dedim bu piçe. Umursamadı. Doğru düzgün cevap vermedi. Ya Emre git işine dedi.

 Beğenmiştim o zamanlar. Arada görüyordum, kantinde, derste, merkezde "Lezzet"te tavuk döner yerken. Her seferinde "Einstein'ın Yeri" diye okuduğum "Enişte'nin Yeri"nde. Aradan geçen süre içinde taışmıştım bile. Kendime bile çaktırmadan. İnceden böyle. Hafız kelimesi meşhurdu. Hafız diyordum. Adeta hoşlandığı kızla arkadaş olabilmek için ona erkek kankalığında yaklaşan yavşağın teki haline gelmiştim. Bakkala gitmemek için uyuyor numarası yapan ben Avcılar'dan Beykoz'a gidiyordum. Ama dediğim gibi bunları "Adeta hoşlandığı kızla arkadaş olabilmek için ona erkek kankalığında yaklaşan yavşağın teki" olarak yapıyordum.

Yani ben o gün Yakup'u dinledim ve işime gittim. İşim mutlu olmaktı.


Bugün 02.06.2012 o günden bu güne yaklaşık 4 sene geçti.  Adeta illüminati üyesi gibi yıllardır kurguladığım planın ilk bölümünün sonu bugün Allah'ın izni ile bitecek. İkimizin de ailelerinin huzurunda nişan yüzüklerimiz sağ elimizdeki parmağımızda olacak.

Ben şu üniversiteyi bitiriyim hayatımda hiç bu kadar mutlu olmam diyordum. Bugün nişanlanıyorum. Yine hayatımda hiç bu kadar mutlu olmam diyorum. Ama biliyorum ki her seferinde bir ileri mutluluk safhası var...

Evlenirken de bu kadar mutlu olmam diyeceğim. Baba olacağım müjdelendiğinde de. Çocuk okula başlarken de, mezuniyetinde de. Ve inşallah ölmeye yakınken Azrail uzaktan selam çaktığında da ben hayatımda hiç böyle mutlu olmam diyeceğim. Bu Dünya'yı o gün yaz okulunda Yakup'a söylediğim gibi geçirmenin verdiği mutluluk ve huzur ile öleceğim. En azından en büyük temennim bu.

Klasik yaşlı pozu ehehe


Bi duşa gireyim. Leş gibi kokuyorum, gece sıcaktı terlemişim. Sonra kıyafetleri giymenin vakti gelecek. ehehe..