27 Nisan 2010 Salı

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb



(Spoiler Bulunmaktadır.)
Savaş... Kimine göre "Savaşmanın kaçınılmaz olduğu bir ortamda barış ahmaklıktan ibarettir.", kimine göre ise "İnsan oğlunun yaptığı  en gereksiz icat silahtır." Birisi bana "Savaş çok gerekli birşey mi?" diye sorsa kelimelerle anlatamam bunun gerekli olup olmadığını ama Dr. Strangelove filmini izlemesini tavsiye ederim. 

II. Dünya Savaşı'ndan sonra Dünya'da iki yöne doğru kutuplaşma başlamıştır. Bir tarafta Rusya, diğer tarafta ise ABD'nin yer aldığı bu iki zıt kutup adeta sidik yarıştırırcasına çılgınca bir silahlanma yarışına girmişlerdir. Devlet bütçelerinin çok büyük bir kısmını askeri silahlanma teknolojisine harcamaktaydılar. Bu çılgınlığın en son noktası olarak da nükleer silahlanma aşaması vardır. Nükleer silahlanmanın ardından çıkabilecek bir III. Dünya Savaşı'nın etkileri ile ilgili ünlü fizikçi Albert Einstein'ın öngörüsü "III. Dünya Savaşı'nı bilmem ama IV. Dünya Savaşı taşlar ve sopalar ile yapılacak" şeklindedir. Bu da Nükleer silahlanmanın ne denli etkili, vahim sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir.

Sınır ve yetkilerini aşmış Amerikalı bir general'in Rusya'ya karşı gizli bir kod ile gönderdiği nükleer saldırı emri ni verir. Bu gizli koddan Amerikan Başkanı'nın bile haberi olmamaktadır ve emrin geri alınması söz konusu olmayacak şekilde planlanmıştır. Geriye dönüş kodunu sadece tek bir kişi bilmektedir ki bu da emri veren General Ripper'dır. Duzenlenen bu saldırının duyulması sebebi ile Amerika'yı yöneten bir grup insan kırmızı alarma geçip "Savaş Odası" diye isimlendirdikleri bir yerde toplanmaktadırlar. İçeride Peter Sellers'ın canlandırdığı ABD Başkanı Merkin Muffley, George Scott ile hayat bulan General Turgidson, Rus Büyükelçi ve yine Peter Sellers tarafından canlandırılan Dr. Strangelove ile birlikte ülke yönetiminde söz sahibi bir kitle bulunuyor. Rus Büyükelçisi'nin saldırı emrini öğrenmesi ile birlikte bu saldırının gerçekleşmesinin ardından, Dünya'da var olan tüm yaşamı sonlandıracak bir nükleer silahın devreye gireceği haberini verir ve oda da bir panik havası oluşmaktadır. Sonuç olarak  böyle bir bombanın patlaması sonrasında  insan ırkının devamı için Dr. Strangelove'un birkaç yüzbin insanı yerin kilometrelerce altında yaşmasını önerir ve odadakiler bu fikir üzerinde yoğunlaşırlar.


Genel olarak savaş filmi görünümüne ve konusuna sahip olsa da uyguladığı kara mizah ile komedi alanında da oldukça başarılı bir yapımdır Dr. Strangelove. Belki de yönetmen Stanley Kubrick'in filmdeki göndermeleri tüm senaryonun önüne geçmiştir ki filmi aslında bu kadar iyi yapan da budur.  Film boyunca bir çok absürtlükler ile karşılaşmaktayız. "Savaş Odası"nda Dünya'nın geleceği hakkında konuşmalar  yapılırken sevgilisi ile telefonda görüşen General Turgidson ile aslında bu denli önemli görevlerde bulunan insanların ne denli lakayıt olduklarını anlatıyor Kubrick. Doğal kaynakların tamamını Rusların zehirlediğine inanan General Ripper'in hayatı boyunca sadece yağmur suyu içmesi ile paranoyak insanların büyük felaketlere yol açabileceğine işaret ediyor. General Ripper bu tezini de "İyi bir kominist iyi bir nedeni yoksa asla su içmez" tespiti ile savunmaktadır. Filmin başında General Ripper'ın saldırı emrini vermesi ile birlikte birliğin ortasında dikili olan "Peace is our profession" (Barış bizim işimizdir.) yazısıda kendi içinde büyük bir ironiyi barındırmaktadır. Filmde yine aynı tada sahip bir sahne vardır ki belkide filmdeki en meşhur repliklerden birisi olmuştur zamanla. Rus büyük elçisinin "Savaş Odası" nın fotoğrafını çekmeye çalışmasını farkeden Amerikalı General Turgidson ile kavgaya tutuşmalarının ardından ABD başkanından gelen "Gentlemen, you can't fight in here! this is the war room." (Beyler, burada kavga edemezsiniz, burası savaş odası.) cümle ile kara mizahın tavan yaptığı sahnelerden biridir.

Belkide filmde günümüze ışık tutacak, en önemli sahne Rus Askerin bozuk para almal için Coca Cola makinesine ateş etmesi esnasında gerçekleşir. Filmde savaş karşıtı olan Bölük Komutanı Lionel Mandrake ile Rus Asker arasındaki dialog şu şekilde sona ermektedir. "... Coca Cola şirketine açıklamayı sen yaparsın." Günümüzde de dünya ekonomik ve siyasi gelişmelerine büyük şirketlerin etkilerinden hemen hemen herkes haberdardır. Yönetmen Kubrick bunun gelecekte de bu şekilde olacağını ve silahlı askerlerin bile bu denli büyük bir ekonomik gücün karşısında tereddüt edeceğinin sinyalini vermektedir. B52 isimli uçağın komutanı saldırı öncesinde son konuşmasını yaparken "Hayatta Kalma Çanta"'sının içindekileri sayması Dünya'da ki tüm savaş ve kavgaların sebeplerini ve araçlarını de bir bir gözler önüne sermektedir. Listemiz şu şekildedir.
  • 45'lik bir adet silah ve mermisi.
  • 4 günlük  yiyecek.
  • İlaç kutusu içinde morfin, vitamin hapları, ateş düşürücüler.
  •  Uyku hapları, sakinleştiriciler.
  • Minyatür incil ve Rusça konuşma klavuzu.
  • 100$ tutarında Ruble, 100$ tutarında altın
  • Bir kutu prezervatif, 3 adet ruj ve 3 adet naylon çorap.
Dünya savaşlarının bir bölümü biriken silah stoklarını azaltmak için çıkarıldığına, yiyecek ihtiyacından dolayı insanların savaşabileceklerine, uyuşturucu, ilaç ihtiyacı ve ticareti için katliyamların yapılabildiğine,  bunları yaparken din ve dil farklılıklarının bahane olarak gösterilebileceğini, para ve altın için insanların birbirine yapmayacağı kötülüğün, çirkinliğin bulunamayacağını, prezervatif ve ruj ile de bir kadını elde etme isteğinin bile savaşa sebebiyet verebileceğine göndermeler yapılmaktadır.



Filme ismini veren Dr. Strangelove çok fazla sahnede yer almasa da filmin konusu ve karakterin yapısı itibari ile gelişen olaylara tam uyum sağlamaktadır. Nazi Almanyası hayranı olan Dr. Strangelove tam bir savaş ve nükleer bomba hayranıdır. Öyle ki savaştan ve nükleer bombalardan bahsederken çok keyiflenmesi ve büyük zevk alması bu sebeptendir. Onun için kadınlar sadece türün devamı için var olan canlılardır. "Mahşer Günü Bomba"'sının patlamasının ardından yer altına kurulacak şehirlere kimlerin alınacağını şu şekilde belirlenebileceğini düşünmektedir.
Bu yerleştirme bir bilgisayar sayesinde kolayca halledilebilir. Bilgisayar gençlik, sağlık, zeka, üretkenlik ve gerekli ihtisasları öncelik alacak şekilde programlanabilir. Üst düzey hükümet ve ordu mensublarını dahil etmek yaşamsal önem taşır, gelenekleri ve önemli liderlik prensipleri vermek gerekir. Süratle üreyeceklerdir, zaten fazla yapacak birşey de olmayacaktır. “Bir erkeğe 10 kadın” oranıyla mevcut gayri resmi milli hasılaya 20 yıl içerisinde ulaşılabilinir.
Bu denli savaş ve bomba tutkunu bir bilim adamı uçaktan atılan nükleer bombaların patlaması ile birlikte tekerlekli sandalyeden kalkıp yürümeyi başarabilecektir. Bu da onun patlamalardan ve savaştan aldığı zevkin ne denli büyük olduğunun göstergesidir.


Filmde 3 karaktere birden canlandıran (ABD Devlet Başkanı Merkin Muffley, Bölük Komutanı Lionel Mandrake ve Dr. Strangelove) Peter Sellers'in mükemmel oyunculuğundan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Öyle ki birbiri ile çok farklı 3 karakteri başarı ile oynuyor ve ben bu üç karakteride aynı kişinin oynadığını filmi izledikten sonra imdb'de film bilgilerini okurken farkediyorum. Özellikle Dr. Strangelove karakterinde sağ eli nazi selamı vermek isterken sol eli ile onu engellemeye çalışması, en sonunda sağ elinin boğazına sarılması sahneleri keyifle izlenecek başarıda oynamış. Zira ABD Başkanı'nın ne yapacağını bilmez, panik içindeki halini de oldukça güzel yansıtıyor ekrana.

Peter George’un Red Alert romanından uyarlanan filmin senaryosunu da yönetmen Stanley Kubrick'e ait. O dönemde bile bu denli cesur eleştirileri böyle ince bir uslupla beyazperdeye aktarmasından olsa gerek gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri olarak gösterilmeyi sonuna kadar hakediyor. Film boyunca bir çok sahnede gülüyoruz fakat ağlanacak halimize mi orasını bilmiyorum.

25 Nisan 2010 Pazar

Anlamsız eleştiriler topluluğu ve çevremize yayılmış hebele hübeleler


İnsanoğlu garip, ilginç, bir çare… Ne yapacağını şaşırdığı zaman sayısı günden güne artıyor ve bir süre sonra yaptıkları ile değil de yapmadıkları sebebi ile takdir beklemeye başlıyor.  Hani kitlelerin hayranı olduğu olaylar vardır ya. Müzik grubudur, filmdir, dizidir, çikolatadır. Bunları eleştirmek marifet oluyor bir süre sonra.  Eleştiri derken bilinçli, denenmiş, haz almamanın verdiği bilinçli kötü eleştiriden bahsetmiyorum.  Kulaktan dolma bir iki cümle ile, ucundan kıyısından aktivitenin bir parçası olunmadan, olayı anlamadan yapılan eleştiriden kastım.

Örnekleyelim… Lost.. Lan adamlar bir dizi yapmış. Daha fragmanını bile izlemeden “bu dizi beni açmayacak, ben kendimi biliyorum. Ne o öyle uçak kaç metreden düşüyor ama kimse ölmüyor… bu dizilere bağlı kalanları, her anını takip edenleri anlamıyormuş, ona göre bu insanlar hayatlarındaki büyük boşlukları bu tür sanallıklarla dolduruyormuş… vs. vs. hebele hübele...” şeklinde bir eleştiri geldi geçenlerde bir tanıştan. Kendini biliyormuş… Lan kendini bilmez, “adam olamadın gitti zevzek” diye boşuna dememiş Aşık Veysel. Sana demiş sana! Tamam diziyi izleme zerre umurumda değil ama takip edenlerle, beğenenlerle alıp veremediğin ne?  Ha ben adım gibi eminim bir iki bölüm izlese ertesi hafta utana sıkıla gelip diğer bölümlerini isteyeceksin. Geçtim onu… Bunlar beğenileni beğenmeyerek, beğenilene kendi çaplarında ön yargı ile yaklaşarak etraflarınca prim yapmak isteyen muhteremlerden sadece biri. Sanki “aaa lotsu beğenmiyor musun? Bende beğenmiyorum, sevgilimden de yeni ayrıldım gel bu ortak payda sayesinde mutlu bir birlikteliğe yelken açalım” diye gelecek kızın teki. Hadi geldi diyelim. Ne hayrını göreceksin olum o kızın. Nato mermer nato kafa.

Eskiden bir Kurtlar Vadisi vardı.. Zafer Ergin, İstemi Betil, Oktay Kaynarca gibi işini yalayıp yutmuş adamlar oynardı dizide. Yönetmenleri bir hata yaptı dizide bir karakterin kafasını kestiler bizim millet ayaklandı. Şimdi Spartacus dizisinde kafa kesmen ne kelime, arenada adamların bağırsaklarını döküyorlar bu ayağa kalkanlardan bazıları eve dürüm, pizza, hamburger söyleyip onu yerken izliyor bu diziyi. Yanlış anlaşılmasın bende hastasıyım. Örnekli karşılaştırma yapıyoruz burada.

Ben çok bilmem, bir iki sene önce bir arkadaşım bahsetmişti.  Birisi demiş kendisine “Metalica  kendini iyice bozdu” diye. Vücudumun en gülünmeyecek bölgesi ile gülmüştüm elemana. Daha sonra da Grubun resmi sitesinden kendilerine mesaj yollamayı düşünmüştüm. “Falanca sizin için bozuldu diyor. Kendinize çekidüzen verin, bu iş böyle gitmez” diye. “Çeki düzen verme”nin İngilizcesini bilmediğim için yollamadım maili. Hala içimde uktedir. Öğreneceğim bir gün İngilizcesini 70 yaşıma da gelsem atacağım o maili. Lan ben "herkesin izlediğini izlemem, dinlediğini dinlemem diyen "insan" tanıdım. Sırf herkes dinlesin, izlesin diye adamlar kafa patlatıyor bu da gitmiş onu eleştiriyor.

Velhasıl insanlar küçüldükçe kendinden daha çok ilgi çeken şeylere saldırıyor. Bu “şey”in ne olduğu önemli değil. Dizi olur şarkı olur, film olur, insan olur… Olur da olur. Hayata ufak keyif katan aktivitelere gereğinden fazla anlam yüklememek gerekli canlar. Kendi değerimizi, sosyal statü ve odaklılığımızı, bu tür eğlenceliklerin toplumdaki yerini göz önüne alıp ilginçleşmenin anlamı yok. Ha diyeceksin anlamı olmasa niye yapıyorlar. Çünkü eşeğin… Sümme haşa…

Tabi ki bu var olanların hepsi eleştirilebilir nesnelerdir fakat mantık, düşünce ve belirli bilgi birikimi çerçevesinde eleştirilmesi bir amaca ulaşmak için yapılan eleştiri olur. Yoksa "Lostu izlemem ben, mantıksız." Sensin mantıksız, annenle baban da mantıksız.. Getirmişler dünyaya seni.

Öptüm bebek. Kurban bayramında kesilmeyi beklerken beslenen bir kuzu misali...

23 Nisan 2010 Cuma

Ağlatan Filmler

Sinema... Son dönemlerde fantastik yapımlar ilgi görse de geçmişten beridir insanı etkileyen filmlerin çoğunun konularında dram teması işlenmiştir. Özellikle gerçek hayat hikayelerinden uyarlanan filmlerin vuruculuğu konu itibari ile çok daha fazladır. Aşk, sevgi, ayrılık temalarına kayıtsız kalabilmenin zorluğu insani duygularımızı  dizginlemekte zorlandığımızdan olsa gerek."Ağla ki açılasın" çok kez duymuşuktur bu sözü. Böyle anlarda bazen tetikleyici bir dış etmenin olması kaçınılmaz olabiliyor. Listemiz bu yönden arayışlarınıza yardımcı olacak cinsten.

Bir zamanlar ShareBus'ta sevgili üyelerimiz ile birlikte "Ağlatan Filmler" başlıklı bir liste oluşturmuştuk. Güzel bir çalışma ortaya çıkmıştı. Romantik, duygusal ruhlara hitap eden bir liste olmuştu. Bunun yanında Dramatik konuları işleyen sinema kültürleri arasında en başarılı bölge olarak gördüğüm uzakdoğudan da çok güzel filmlerin yer aldığı bir liste. Uzakdoğu sineması ile henüz tanışmamış olanlar göz atmalarını tavsiye ederim. Buradaki filmlerle ısınma turlarını çok daha çabuk atlatacaklarını düşünüyorum.

Aslında oldukça tehlikeli bir liste bizimkisi. Hissiyatların kişiden kişiye büyük değişiklikler gösterdiği bir konuyu ele alıyor. Gereksiz görünen hatta kimilerine komik gelebilecek filmler olabilir listede yelpazeyi geniş tutmaya çalıştık.

  1. Nae meorisokui jiwoogae a.k.a A Moment to Remember (2004)
  2. Amantes del Círculo Polar, Los (1998)
  3. Sweet November (2001)
  4. Cinderella Story (2004)
  5. Aneun yeoja (2004)
  6. Music and Lyrics (2007)
  7. Jeux d'enfants a.k.a. Love Me If You Dare (2003)
  8. Sekai no chûshin de, ai o sakebu a.k.a. Crying Out Love, in the Center of the World (2004)
  9. Urideul-ui haengbok-han shigan a.k.a. Maundy Thursday (2006)
  10. Neoneun nae unmyeong a.k.a. You are My Sunshine (2005)
  11. Love Story (1970)
  12. Baekmanjangja-ui cheot-sarang a.k.a. A Millionaire's First Love (2006)
  13. Selvi boylum, al yazmalim (1977)
  14. Sad Movie (2005)
  15. Geuhae yeoreum (2006)
  16. If Only (2004)
  17. Hope Floats (1998)
  18. Before Sunrise (1995)
  19. Before Sunset (2004)
  20. A Walk to Remember (2002)
  21. 37°2 le matin (1986)
  22. The Bridges of Madison County (1995)
  23. L'Appartement (1996)
  24. Gönül yarasi (2005) 
  25. The Painted Veil (2006) 
  26. The Romance (2006) 
  27. Dying Young (1991) 
  28. Ghost (1990) 
  29. Tess (1979) 
  30. The Brown Bunny (2003) 
  31. Crazy/Beautiful (2001) 
  32. Yeopgijeogin geunyeo a.k.a My Sassy Girl (2001) 
  33. Anna Karenina (1997) 
  34. Titanic (1997) 
  35. Requiem for a Dream (2000) 
  36. Vita è bella, La (1997) 
  37. Hwang Jin-yi (2007) 
  38. The Kid (1921) 
  39. Keulraesik a.k.a. Classic (2003) 
  40. Hable con ella (2002) 
  41. Voces inocentes (2004)  
  42. Babam Ve Oglum (2005)  
  43. Ima, ai ni yukimasu a.k.a. Be with You (2004)  
  44. Dear Frankie (2004)  
  45. Mar adentro (2004) 
  46. To Kill a Mockingbird (1962) 
  47. Canım Kardesim (1973) 
  48. Hwaryeohan hyuga (2007) 

19 Nisan 2010 Pazartesi

Knowing (2009)


(Spoiler içermektedir.)

Gerek senaryoların hikaye açısından sınırlı olması, gerekse kıyamet senaryolu filmlerin sadece teknolojinin birer nimeti olan görsel efektler, muhteşem sesler ile beyazperde de saygı duyulmaya çalışması sebebi ile uzun süredir “Dünya’nın sonu” temalı filmlerden uzak durmaya çalışıyordum. Ta ki Knowing (Kehanet) filmini izleyene kadar.  Filmin afişlerinden Nicolas Cage’in –herzaman olduğu gibi- başrolde oynadığını zaten anlayabiliyorduk. Yapım ekibine göz attığımızda Dark City ve The Crow gibi iki güzel yapımın yönetmenliğini yapmış olan Alex Proyas’ın yönetmen ve yapımcı koltuğunda oturması filme olan iştahımı oldukça kabartmıştı. Son yıllarda Next, Ghost Rider, World Trade Center, The Wicker Man gibi vasatın altında kalan yapımlarda yer alsa da Nicolas Cage, City of Angle filmindeki muhteşem mavi bakışları ile aklımda kalmakta ve beni filme çeken bir diğer etken olmaktaydı.



  Filmimizin açılış sahnesinde 1959 yılında bir okulun bahçesinde bir tanesi hariç koşuşturan çocukları görüyoruz.  Tek başına takılan kızımız okulun açılışında yapılacak faaliyette, öğretmenleri tarafından yapılan oylama sonucu önerdiği aktivite seçilen Lucinda’dan başkası değildir.  Önerisi ise okulun açılış töreni için öğrencilerin zaman kapsülü adı verilecek bir demir kabinin içine 50 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağına dair resim çizip koymalarıdır. Tüm sınıf çeşitli resimler çizerken kendisi bir sayfaya arkalı önlü dolduracak şekilde peşi sıra rakamlar yazmaktadır. Öyle konsantre olmuştur ki öğretmeninin ona seslendiğini duymaz ve süresi bitmesine rağmen yazmaya devam eder. Fakat öğretmeni kağıdı önünden çektiğinde daha yazacak rakamları olması sebebi ile gözden kaybolur ve kalan rakamları okulun bir kapsına elleri ile kazımaktadır.  Ve beklenen süre geçmiştir. 50 yıl sonra kapsül açılır ve içindeki resimler okulun 2009 yılındaki öğrencilerine dağıtılır. Lucinda’nın yazdığı rakamlar  babası astro fizik profesörü John Koestler (Nicolas Cage) olan Caleb’in eline geçer. John o gece kağıda göz atarken bir dizi rakam dikkatini çekmiştir. Bu rakamlar 11 eylül tarihini gösteren rakamlardan başka bir şey değildir ve John o gece tüm kağıdı incelemeye alır.  Kağıtta son 50 yıla damga vuran büyük kazaların, doğal afetlerin tarihleri, kordinatları ve olayda kaç kişinin öldüğüne dair rakamlar yer almaktadır. Bu kağıttan yola çıkarak henüz gerçekleşmemiş olan üç tane felaketi öngörür. Bunlardan ilki bir uçak kazası şeklinde sonuçlanır, diğer metro kazası ve sonuncusu da  güneşte meydana gelecek bir patlama sonucunda dünyanın sonunun geleceğine dair bir felakettir. Bu çerçevede filmimiz klişelerden kopmayan bir seyir izlemektedir. Konu ile ilgili kişilere haber verme çabaları, ne yapabiliriz düşünceleri vs.


Bu gibi felaket filmlerinde senaristlerin belki de en çok başvurduğu kurtarıcı olan uzaylılar filmimizde de yer almakta. Dünyadan seçilmiş 2 kişiyi felaketten kurtarıp insan ırkının devamlılığını sağlamaktadırlar. Filmde Celeb Adem, Lucinda’nın torunu Abby ise Havva misyonunu üstleniyorlar.
Filmde yer alan karakterleri neredeyse hiç tanıyamıyoruz. Bir tek, John Koestler ve oğlu Celeb ile ilgili az biraz bilgi veriyor yönetmen Alex Proyas. Onun dışında filme giren yan karakterler adeta baba ve oğulun tüm film boyunca birbirleri ile konuşmamaları ve ekranda başka yüzlerinde görünmesi amacıyla eklenmişler. 
Nicolas Cage son dönemde sergilediği standart performansını sürdürüyor ve yine sınıfta kalıyor bu filmde de. Oğlu ile ayrılma sahnesindeki yapaylığı gözden kaçacak gibi değil. Abartmak gerekirse siyah beyaz türk sinemasından 3. Sınıf bir aktörü örnek almış, izlemiş, diyebiliriz. Okuduğum bir yazıda oynayacağı filmleri seçerken alacağı paranın yanında filmdeki tek başrol oyuncusu olmasını sağlayacak senaryoları kabul ettiğini söylüyorlardı. Bu durum  Face/Off ve City of Angle filmlerinden sonra düzgün bir yapımda yer almamasının sebebi olarak gösterilebilir.



 Filmde kaza sahnelerine oldukça özen gösterilmiş. Özellikle uçağın düşüş sahnesi şu ana kadar izlediğim en iyi uçak düşüşlerinden bir tanesidir. Zira trenin istasyonu yerle bir ettiği sahnede oldukça başarılı olmuş. Kıyamet sahnelerinde şehrin yok oluşu da izlerken keyifli dakikalar yaşatan sahnelerden.  50 Milyon Dolar gibi iyi sayılabilecek bir bütçe ile zaten bu sahneleri de klasikleştirip sıradan bir yapı ile sunsalardı filmin gözümde değeri oldukça düşecekti. Her felaket filminde olduğu gibi yine kargaşa sahnelerinden pirim yapmışlar.
Aradaki  ayrıntılara bakacak olursak, Sinema insanlarına artık şu uzak gemisi modellerini değiştirmelerini öneririm.  Nedir bu oval, altı açılan aşağı ışık gibi bir alan sarkıtıp yer yüzündekileri gemiye alan makinelerden çektiğimiz. Yıllar önce de bu uzay gemileri kullanılıyordu 2010 yılına geldik hala aynı gemiler. Modifiye etmeleri gerekli artık. Uzaylı dostlarımızın gemiye çıkarken melek kanatları gibi saydam bir yapıya sahip olmaları görsel olarak güzel olmuş. Filmin gemiye çıkarken ve Adem ile Havva’nın hayat ağacına doğru koşarken ki bölümleri için din felsefesi ile ilgilenenler elbette çok daha derin anlamlar çıkarabileceklerdir. Hatta anlayanlar için hristiyanlık temalı fantastik filmler kategorisine bile girebilir ama benim için klasik bir  kıyamet filminden ötesi değil. Bir de ataist olan birinin gelişen olaylar sonucunda kilise yolunu tutması var ki bu konu artık fazlası ile can sıkıyor amerikan yapımlarında. Sıkça rastladığımız bir durum. Dedim ya klişelere boğulmuş film.



Başladığı güzellikte bitmeyen, vasat bir film için beklentilerinizi yüksek tutmadan izlemenizi tavsiye ederim. The Rock, Face/Off ve City of Angel’den sonra bir filmi izleme sebebim olan Nicolas Cage’e de bundan sonra çok daha temkinli yaklaşacağım. Bu filmler ile birlikte kazandığı kredisini eksiye düşürmüş durumda.

18 Nisan 2010 Pazar

The Tournament (2009)


(Spoiler içermektedir)

IMDB
 
Günlerden hafta sonu, işten gelmişsiniz kafanızın içi uğulduyor. Hani bitmişsiniz yorgunluktan… Öyle bir film izlemelisiniz ki karmaşık diyalogları ile sizi daha fazla yormasın. Durağan yapısı olmaksızın, uyku moduna girmeden izleyebileceğiniz, kısmen ilginç bir senaryoya sahip, mantık sınırlarını zorlayıcı ama bir o kadar da bu sınırları çok umursamamanız gereken, film bittikten sonra yanınızdaki arkadaşınız “Nasıldı? Beğendin mi?” gibi bir soru sorarsa verilebilecek en iyi cevap “Keyifli vakit geçirdim, sıkılmadan izledim.” olacak bir film arıyorsunuz. Değil mi? Çok uzaklarda aramayın arkadaşlar The Tournament hemen yanı başımızda 2 tık uzağımızda. 200x ile başlayan bölümlerden birinden sağa dönün arama bölümünde düz gidin ve “tourn*” yazın pat diye karşınızda. ( Kişiden kişiye “şak diye”, “çat diye”, “küt diye” şeklinde de çıkabilir.) Alın kolanızı, cipsinizi keyifle kurulun monitörün karşısına. Ortalama ayda bir kere böyle bir film ihtiyacı duyarım ki yine o ihtiyaç anlarımdan bir tanesinde The Tournament ile tanıştım.

Dünya’nın dört bir yanında zenginliğin sınırların zorlayan bir grup insanın klasikleşmiş bahislerden elde edemedikleri zevk ve tatmini gerçek yaşamların son bulmasından elde edebileceğini düşünen kıvrak zekâlı bir girişimci yedi yılda bir düzenlenen bir turnuvayı organize etmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, profesyonel olarak yönetilen bir turnuvada elbette turnuvaya katılan yarışmacıların da aynı profesyonellikte olması gerekmektedir. Bu sebeple dünyanın çeşitli ülkelerinden seçilmiş en iyi 30 adet kiralık katili bir birlerini öldürmek üzere bir kasabada buluştururlar. Turnuva başlamadan önce katillerimizin vücutlarına yerleştirilen vericiler sayesinde birbirlerinin yerini, birbirlerine olan yakınlıklarını ellerindeki cihazlardan görebilen turnuva katılımcıları bir yandan birbirlerini avlamaya çalışırken diğer yandan da masum insanlar ile turnuvadaki katilleri ayırt etme çabasındadırlar.


Tek kuralın öldür ya da öl olduğu tek amacın ise öyle ya da böyle hayatta kalmak ve 10 milyon dolarcık ödülü almak olduğu turnuvada türlü Ali & Cengiz oyunlarının yapılması, alengirli öldürme fantezilerinin uygulanması, canını kurtarmak için kıyasıya dövüşmelerin sahnelenmesi filmin vazgeçilmezlerinin başında geliyor.

Turnuva katılım kadrosunda favori olan katılımcılar elbette filmin başrollerini beraber paylaşmakta. Bunların başında çekik gözlü güzelimiz, çiçekler çiçeği bir bayan olan Kelly Hu, Lai Lai Zhen karakteri ile karşımıza çıkıyor. -Zaten çok fazla sürprizi olmayan filmde karakterlerin yaptıklarından, yapacaklarından bahsetmeyeceğim.- Günlük hayatta yolda yürürken görsem ağzımın çok rahat 7 saniye açık kalmasına sebep olacak bu afet-i devran sergilediği dövüş sahneleri ile filme büyük heyecan katıyor.

Bir diğer önemli karakterimiz olan Joshua Harlow’u ise Ving Rhames canlandırmakta. Joshua bir önceki turnuvanın galibidir ve bu turnuvada da bir numaralı favoridir. Hayatında bir kez olsun 10 milyon Amerikan doları kazanmış bir insanı böyle bir turnuvaya davet etmek anlamsız olacağından bu turnuvayı Joshua için “bir çeşit” fırsata dönüştürülmesi gerekiyordu ve doğru zamanlama ile turnuva organizasyon ekibi bunu başarıyor.

Amerikanların yaptığı bu tür aksiyon filmlerinden eksik olmayan Hristiyanlık konusunu da içinde barındırması açısından McAvoy adında bir de pederimiz mevcut. Ucundan kıyısından, tesadüfler ile çarpışmalar, hoşgörü ve bilimum insanı duygular kendiside bir şekilde turnuvaya dahil oluyor.



Ve hemen hemen hepimizin tanıdığı karakteri sona sakladım. Lost’ta mavi gözleri ile bayanların kalbini fetheden Ian Somerhald (Boone), Miles Slade isminde gözü dönmüş bir psikopat rolünde karşımıza çıkıyor bu sefer. Her türlü silahı ustaca kullanabilen Miles turnuvamıza Amerika Texas’tan teşrif etmekte.

Yönetmenliğini Scott Mann’in yaptığı filmde özellikle yazıda bahsetmediğim Fransız yarışmacının hareketli sahnelerini çok keyifli çekmiş. Binalardan hoplayıp zıplamalar, kameranın süratle koşan insan ile hızlanması, onunla yavaşlaması -belki vardır terimsel bir adı bu işin ama bilmiyorum- Banlieue 13 filminde ki Leito gazında sahneler olmuş. Filmde bir de bar sahnesi var ki kurgusu çok hoşuma gitti. 8-10 tane katılımcı katil ufacık bir barın içindeler ve onlardan çok daha fazla sivil insan varken bir birlerini teşhis edip öldürmeye çalışıyorlar. Filmin beklide izlemesi en keyifli bölümüydü benim için.

Her şey hazırdır artık, tüm polis kameraları ele geçirilmiş, telefon görüşmeleri yönlendirilmiş, katılımcılar yerlerini almış ve bahisler yatırılmıştır. Sıkılmadan izleyeceğiniz içi boş bir aksiyon filmi için Turnuva başlasın!

12 Nisan 2010 Pazartesi

Soru İşareti




Ne zamandır konuşmak istiyordum. Kolladığım zamanın haddi hesabı yok, geçip giden zamana inat yavaşlıyor hayat bu soru aklıma geldikçe. Sanki daha hızlı akıyor kanım artık, kalbim daha fazla kan pompalıyor damarlarımdan, ölesiye terliyorum. Olmuyor, utanıyorum sormaya, neyi nasıl anlatacağımı bilmiyorum, belki de cevabını bilemeyeceğin soruların başlangıcı olacağından korkuyorum ki sen her zaman her şeyi bilensin benim gözümde. Soğumak diye aptal bir terim var ya, insandan soğumak, hayattan soğumak… Onların tabiri ile ısınamamışken sana, tanışalı daha 1 yıl olmamışken cesaret edemiyorum  bu soruyu sormaya. Sorarken gözlerine bakamıyorum, ya ağlamaklı oluyorum gülünecek halime ya da gülüyorum ağlanacağıma.

Kimileri sadece bu soru için ayıplıyor karşısındakini, oysaki birbirini tanımanın verdiği rahatlık olmalı insanlarda, tanıyamıyorum kendimi senin yanında nasıl fark edebilirim ki bendeki seni, senin gözlerinde nasıl gördüğünü beni, tanıyamazken kendimi… Dediğim gibi, bilemeyeceğin soruların başlangıcı olmasından korkuyorum bu sorunun, kusursuzluğunu zedelemesinden korkuyorum, gülen yüzünün ekşimesinden, vazgeçmenden korkuyorum benden ya da vazgeçmene gerek kalmayacak kadar yakın hissetmemiş olmandan çekiniyorum beklide..

Ve daha fazla dayana bileceğimi düşünmüyorum bu duruma. Elimde iple gezindiğim dakikalarda bu sorunun cevabını öğrenmeden gitmek istemediğimin farkına varıyorum ansızın, kendime karşı eylemlerimden vazgeçiyorum, ket vuruyorum zihnime. Kibrit gibi tükenirken yazın sıcağında oturduğumuz masada ağzımdan ansızın çıkacak diye çok korkuyorum, bu konudaki düşüncelerini bir çırpıda duymak istemiyorum “Evet” ya da “Hayır” olması önemli değil çünkü. Var olan cevabın senden çıkmış olması, aslolan cevabın sana ait olması, gözlemlediğin, inandığın, hissettiğin cevabı bana vermiş olman önemli olan.

Ve şimdi söyle bana, gözlerine diktiğim gözlerime bakarak söyle, uzun sohbetlerle geçirdiğimiz yarı gündüzlerin hatırına, hayatının sonuna kadar yanında olacak biri olarak gör ve beni anla, öyle söyle. Tek bir kelime yeter bana, “Evet” ya da “Hayır”… Yeter ki içimdeki bu kısır döngü bitsin artık, aydınlığa kavuşsun, nefes alsın ruhum, arınsın tüm sorulardan tek cevabınla. Şimdi söz sende lütfen söyle bana...

...hamam böcekleri terler mi?

11 Nisan 2010 Pazar

Spartacus: Blood and Sand (2010) (Tv. Serie)



2010 yılında FlashForward ve V  ile birlikte en iyi çıkış yapan diziler sıralamasında Spartacus: Blood and Sand ilk sıralarda yer almaktadır. Özellikle son yıllarda Rome ve Tudors gibi kaliteli tarihi dizilere alışan izleyici Rome’nin 2. Sezon ile ekranlara veda etmesi ile  bu açığı kapama ihtiyacı duyuyordu. Spartacus: Blood and Sand  bu açık için biçilmiş kaftan.


Dizide başrol karakterimiz Andy Whitfield’in canlandırdığı Spartacus aslında bir Trakyalıdır. Trakyalılar, Romalı komutanın kendilerinden yardım istemesi üzerine örtüşen menfaatler sebebiyle Romalılara güvenip savaşa girmeye karar vermişlerdir. Savaş esnasında ve sonrasında Romalıların verdikleri sözde durmaması sebebi ile iki taraf arasında çıkan tartışmada Romalı general Claudius yaralanır ve Trakyalılar tarafından ölüme terk edilerek savaştan çekilirler. Bu durum Claudius’un kariyerini, aile yaşantısını ve dönemin Roma’sında büyük önemi olan toplumsal statüsünü lekelemektedir. Öç almak adına Trakyalıların köyüne baskın düzenlemiştir. Baskın sonrasında geleceğin Spartacus’ü olacak kişiyi ve karısı Sura’yı köleliğe mahkum etmiştir. Spartacus bir gladiator okuluna, Sura ise köle pazarına satışa çıkarılmıştır. Dizinin asıl konusu buradan sonra başlamaktadır ve Spartacus’ün zorlu yollardan geçerek Roma’nın en iyi gladiatorü olma hikayesini anlatmaktadır.

Başrolde Spartacus’e eşlik eden bir diğer isim ise Lentulus Batiatus’tür. Babası zamanında Capua’nın en büyük gladiator okuluna sahip tanınmış bir ailenin ferdi olan Batiatus son zamanlarda rakip okulların yaptığı ataklar ve yetiştirdiği yenilmez gladiatorler sebebi ile güç, para ve itibar kaybetmeye başlamıştır. Batiatus okulunu tekrar ayağa kaldırmak için her fırsatı deneyen Lentulus, Spartacus’ü satın alması ve şansının yaver gitmesi ile eski şöhret, saygınlığına tekrar kavuşmaktadır.
Batiatus’un güzel eşi Lucretia’yı ise “Xena” (Zeyna) dizisinden hatırladığımız Lucy Lawless canlandırıyor. Kendisi için “şarap gibi…” benzetmesini yapmak kesinlikle yanlış bir benzetme olmaz. En az eşi kadar hırslı ve fırsatçı olan Lucretia kocasının yükselmesinde kurnazlığı ve fırsatçılığı ile ona yardımcı olmaya çalışıyor. Fakat kocasına karşı tek olumsuz yönü var. Sadakat!

Dizideki bir diğer önemli kişi ise ILITHYIA. Senatör Albinius’un kızı olan Ilithyia, aynı zamanda Spartacus ve Sura’yı köleliğe gönderen Cladius’un karısıdır. Eşinin savaşlar sebebi ile yanında bulunmaması ile yalnız kalmamak için Capua’ya, Batiatus ve Lucretia’nın yanına sıkça gelmekte bazı zamanlar onlar ile birlikte kalmaktadır. Bir senatörün kızı ile yakın dost olmak elbette onlar Batiatus ailesi için karşı konulmaz bir fırsattır.


Dizide bir çok yan karakter de mevcuttur. Galdiator eğitmeni Doctore yüksek karizması, eğitim esnasındaki uygulamaları ve kırbacı ile diziye renk katmakta. Bacağındaki sakatlık sebebi ile gladiatörlükten ayrılan ama kurnazlığı ve keskin zekası sebebi ile Batiatus’un yanından ayırmak istemediği Ashur’da dizide önemli bir yan karakter olarak karşımıza çıkıyor. Hemen hemen her türlü entrika ve Ali&Cengiz oyununun içinde kendisini görüyoruz.
Spartacus: Blood and Sand çekim tekniği, kurgusu itibari ile ülkemizde büyük bir ilgiyle izlenen 300 filmine oldukça benzemekte. Özellikte dövüş sahnelerinde uygulanan yavaşlatılmış çekimler heycanı katlamakta.
Spartacus dizisini günümüz dizilerinden ayıran en büyük özelliği cinsellik ve şiddet konusunda oldukça cesur bir dizi olması. Dizide boyunca savaş sahnelerinde kopan kafalar, parçalanmış bedenlerden dışarı taşan iç organlar görebilmemiz için çokta olağan dışı şeyler olmasına gerek kalmıyor.  Her an ekranın bir köşesinde kendisini dış dünyanın etkisine kapatmış sevişen bir çifte rastlayabilirsiniz. Monitörünüzde bir erkeğin cinsel organını ya da bir kadının kalçalarının belirmesi ise an meselesi. Bunun yanında bölümler adeta film tadında ilerliyor. Konu akışı hızlı olsa da bir o kadarda yoğun geçmekte.

Milattan öncesi Roma dönemini, insanlarını, sorunlarını oldukça çarpıcı bir şekilde yansıtıyor dizi. Sosyal ve ekonomik hayatın nasıl olduğunu, kültürel ve ahlaki yapının bulunduğu noktayı gözler önne seriyor. İçinde entrika, savaş, aşk ve cinsellik barındıran tarihi dönem dizilerden hoşlanıyorsanız keyifle seyredeceğiniz bir seri Spartacus: Blood and Sand.

Peki ya gerçekte;

Spartaküs kimdir?
Gençliğini Trakya'da geçiren Spartaküs, bir savaşta Romalılara esir düşmüş ve köle olarak satılmıştı. Bir köle olarak yaşayamayacak kadar özgürlükçü olması nedeniyle kısa zamanda sahibinin yanından kaçmış ve kiralık asker olmuştu. Ama tüm kölelerde olduğu gibi Spartaküs'ün vücudundaki damga da onun daima bir köle olarak kalacağının belirtisiydi. Bu nedenle, Spartaküs, gladyatör okuluna verildi ve orada öldürmekle yükümlü olduğu diğer kölelerle tanıştı.

İsyan planları
Modena'daki ölüm gününe sıkı denetim altımda hazırlanan kölelerin Spartaküs'ün özgürlükçü düşünceleri benimsemeleri fazla uzun sürmedi. Spartaküs ve arkadaşları önce gladyatör okulundan kaçmayı daha sonra diğer köleleri de yanlarına alarak Romanın güçlü ordularını yenilgiye uğratmayı düşünüyorlardı. Bu, o güne kadar yaşanmamış ve hiç yaşanmayacağı düşünülen bir şeydi.(Çünkü M.Ö 187'de Apuli'de, 134 ve 104'de Sicilya'da başlayan köle yakalanmaları büyük kayıplarla bastırılmıştı.) Ama Spartaküs bunun başarılabileceğine inanıyordu.

Kaçış ve savaşım
Roma'nın, İspanya'dan Güney Fransa'ya, Yunanistan'dan Küçük Asya'ya hatta Kuzey Afrika'ya uzanan güçlü bir otoriteye sahip olduğu günlerde, gladyatör okulundan kaçan Spartaküs ve 73 arkadaşı kısa zamanda onlara katılan 200 kişiyle birlikte Vezüv dağında üslenip özgürlük mücadelelerine başladılar.

Çok geçmeden 3000 kişilik Roma ordusu, Spartaküs ve arkadaşlarının üzerine yürüdü ancak hiç düşünmediği bir yenilgiyle geri döndü. Bu zaferden elde edilen silah ve malzemeler, Spartaküs'ün kurtuluş çağrısına yanıt veren diğer kölelere dağıtıldı. Bu başarıyı duyan bir çok köle Spartaküs'ün ordusuna katıldı. Artık Spartaküs büyük bir ordunun başındaydı.

Roma hızla gelişen tehlikenin boyutlarını kavrayınca 10000 kişilik ordu ile tekrar saldırdı. Bu savaşta, 3000 kadar Galyalı Spartaküs'ün taktiğini göz ardı edip atağa geçince Roma ordusu karşısında yok oldu. 3000 kayba rağmen özgürlükçüler, bu savaştan da başarılı bir şekilde ayrıldılar. Böylece Spartaküs otoritesini güçlendirdi ve ordunun komutasını tam olarak eline geçirdi.

Daha sonra büyük tehlike altında olduklarını hisseden Roma egemenleri çok daha kuvvetli bir orduyu özgürlükçülerin üzerine yolladı. Yapılan savaşta, Spartaküs'ün yakın arkadaşı Kriksiyus'un Roma ordusunu yendiğini sanması ve erkenden eğlenceye başlaması 20000 kişinin ölümüne neden oldu. Buna rağmen Spartaküs'ün ordusu Roma karşısında üçüncü zaferini kazandı. Kriksiyus'un hatası olmasaydı belki de Spartaküs Roma'ya yürüme şansını elde edecekti.

Spartaküs hareketinin bugün için anlamı nedir?
Spartaküs hareketi M.Ö 70'li yıllarda, insan emeğinin vahşi sömürüsü üzerine kurulmuş Roma'yı, derinden sarsarak, dünya üzerinde devrimci tarihsel birikimin ilk basamaklarından birini oluşturdu. Hareket, ortaya çıktığı dönemde varolan koşulların zorunlu sonucu olarak, Şeyh Bedreddin ayaklanması ile aynı akıbete uğradı. Çünkü, Spartaküsçülerin perspektifini oluşturan sınıfsız özgür bir yaşamın kurulmasının olanakları henüz ortaya çıkmış değildi. Tarihsel olarak, köleci toplumun yerine kurulacak olan yeni toplum sömürüsüz özgür bir üretime dayanan, sınıfsız bir toplum değil, serflerin sömürüsüne dayanan feodal toplum olacak; sınıfsız, sömürüsüz bir toplum kurmaya yönelik ilk siyasal iktidara sahip olma deneyimi ise 1871 Fransa'sında Paris Komünüyle ortaya çıkacaktı. Yine de Thurium şehrinde ortaya konan yönetim anlayışı ve uygulamaları Spartaküs hareketinin sıradan bir isyancı hareket değil, önemli bir birikim ve özgürlükçü felsefeye sahip bir mücadele birliği olduğunu göstermiş; Spartaküs ve arkadaşlarının mücadelesi, "diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmenin yeğ" tutulmasının ilk örneklerinden birini oluşturmuştur.

9 Nisan 2010 Cuma

Breakfast at Tiffany's (1961)

(Spoiler içermektedir)

IMDB
Sinema tarihinde bazı filmlere can veren karakterler vardır ve o karakterlere uygun oyuncu bulunduğunda film her ne kadar kısıtlı karakterler etrafında sürse de tadına doyum olmayan bir seyir zevki taşımaktadır. Breakfast at Tiffany’s de bu denli izleyiciyi ekrana kilitleyen bir film. Film genelde 2 karakter üzerinde dönmekte ve yan karakterlerle desteklenmektedir. İzleyici film boyunca bu iki karakterden bir tanesi olan Audrey Hepburnün canlandırdığı Holy Golightly’nin geçmişi hakkında çok fazla bilgiye sahip olamasa da küçük yaşlardan beri yalnız yaşamak zorunda kalmış ya da içinde var olan özgürlük duygusunun onu bu yalnızlığa zorladığı büyüleyici güzelliğe sahip bir kadın olarak karşımıza çıkmakta. Hayatını kendisine aşık olan ya da aşık ettiği ama ona asla sahip olamayan zengin erkeklerin verdiği paralar ile sağlayan Holy bir yere ait olma duygusundan korkmaktadır. Aklına koyduğunu mutlaka yapmak istemesi, istediğini elde etme arzusu Holy’yi bu yaşadığıhayattan uzaklaşmasına olanak tanımamaktadır.
Filmde ki diğer ana karakterimiz ise George Peppard’ın vücudunda hayat bulan Paul Varjak isminde bir yazardır. Bir yazar olarak üretimden uzak olduğundan dolayı zengin bir kadın olan Mrs. Failenson’un sağladığı finansman ile hayatını idame ettirmektedir. Hemen hemen giydiği iç çamaşırına kadar Mrs. Failensonun aldığı Paul kendisi sevgilisi olarak tanımlamasa da Mrs. Failensonun bu yöndeki konuşmalarına, hayatına karışmasına, yönlendirmelerine sesini çıkarmamaktadır.


Holy ve Paul’un bu iki ortak yönünün yanı sıra onları birbirinden ayıran çok önemli bir özellik vardır. Holy, güzelliğini ve zekasını kullanarak erkekleri peşine takarken, Paul kendisine aşık olan, ya da aşktan öte bir dürtü ile elde etmesi kolay olarak gördüğü Paul’a adeta hükmeden Mrs. Failenson’un maddi yardımına muhtaçtır. İkisi de görünüşte yaşadıkları hayattan mutlu, gamsız kişiler olsalar da birbirlerini tanıdıkça özgürlük düşüncesi altında dolaylı olarak başkalarının varlıklarının esirleri olduklarını anlayacaklardır.

Filmin açılış sahnesinde sabahın erken saatlerinde elinde krokan ve kahvesi, üzerinde zarif görünümünü katlandıran uzun siyah bir gece kıyafeti ile Tiffany isimli bir mücevher mağazasının önünde taksiden yeni inmiş Holy görünür. Yorucu gecelerin sabahında bu mücevher mağazasının önünde kahvaltı etmenin anlamı onun için kendi hayat tarzını yansıtacak kadar önemlidir. “Bu kadar güzel şeylerin bir arada bulunduğu bir yer asla kötülük barındıramaz.” tıpkı kendisi gibi, etkileyici, herkesin sahip olmak istediği ama çok az kişinin ulaşabildiği şeylerdir o mağazada sayılan ürünler. Daha sonra sonra Holy’nin hayatını nasıl idame ettirdiğine dair ufak ufak ipuçları almaya başlıyoruz filmde. Derken bir sabah üst katına yeni taşınan komşusu Paul ile tanışırlar. Holy daha güne başlamadan gerçekleşen bu tanışma esnasında yabancı insanlara karşı rahat davranabilme özelliğine sahip Holy’nin tavırları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Paulun yüzündeki ifade ekran karşısında filmi izleyenlerinde yüzlerindeki ifade ile benzer olması adeta Holy’nin sıradışılığını yansıtıyor.


İkilinin birbirini tanımaya başlamasıyla Paul’un Holy’ye aşık olmaya başlaması paralellik arz etse de kendisini büsbütün Holy’nin büyüsüne kaptırdığı gün, hayatları boyunca yapmadıkları şeyleri sırası ile yapmaya karar verdikleri gündür. Bu zamanın “Ne alırsan 1 lira” mağzalarına yakın bir konsepte sahip mağazada ufak bir hırsızlık operasyonu gerçekleştirildiği sahne gibi bir eğlenceli sahnelerin yer aldığı film, genel konusu itibari ile drama da yakınlığı göze çarpıyor.

Holy evinde verdiği bir parti esnasında evlenebileceği kadar zengin bir erkeğin kendisinden hoşlanması ile Paul’dan uzaklaşmaya başlasa da başına gelen olaylar kendi ülkesinde oldukça tanınmış bir kişi olan bu kişinin prestijini sarsacağı korkusu ile son buluyor.
Filmde “sözde” komedi unsuru dönemin filmlerinde sıkça kullanılan Japon karakter Holy’nin her şeyden şikayetçi olan, kişisel haklarını savunma arzusuna sahip komşusu Bay Yonioshi yer almakta. Bu yönden baktığımızda ırkçılık içere sahneleri ile zaman zaman rahatsızlık verse de bu sahnelerin filmin ana konusu olmaması ve geneline yayılmaması film hakkında olumsuz düşünmemize bir nebze engel oluyor.
Özellikle eğlenceli parti sahnesi, ufak hırsızlık operasyonu, mücevher satın alma çabaları gibi filmde akılda kalıcı birçok sahneye mevcut. Ana konu olarak çok derin bir senaryoya sahip olmasa da tek tek ele alınan yukarıda yazdığım ve saymadığım bir çok sahne filmi çekici yapan detaylar arasında. Bunun yanında özellikle filmin sonlarına doğru ikili ilişkilere dair verdiği anlamlı mesajlar ve final sahnesine giden yolda ön hazırlıkların yapıldığı diyaloglar da filmde akılda kalan diğer unsurlar olarak göze çarpmakta ve zihnimizde yer etmekte.

Paul : Seni seviyorum.
Holly : N’olmuş yani?
Paul : Daha ne olsun! Seni seviyorum, bana aitsin!
Holly : Hayır. İnsanlar insanlara ait olmazlar.
Paul : Elbette olurlar!!
Holly : Hayır. Beni kimse kafese koyamaz.
Paul : Kafese koymak mı? Ben seni sevmek istiyorum.
Holly : Aynı şey.
Paul : Hayır. Alakası yok!
Özellikle Paul’un bu konuşmanın hemen sonrasında verdiği cevap ile filmdeki hayata dair etkileşim gözler önüne seriliyor. O bölümü filmi izleyecek arkadaşlara bırakıyorum. Filmdeki tüm bu şirinliğin, eğlencenin, oyunların yanı sıra, romantik sahnelerde en büyük desteği Henry Mancini’nin eserlerinden almakta. Özellikle Moon River isimli parçası ile sahnelerin büyüsün arttığı tartışılmaz bir gerçek.

Son olarak filmle ilgili bakındığım sitelerde rastladığım filmle ilgili notları sizlerle paylaşmak istiyorum.

• 1961 yapımı filmde sinema tarihinde ilk defa tek parça kadın kıyafeti kullanılan film olması yönü ile bir ilke imza atıyor.
Filmin yönetmeni “Pembe Panter” filmleri ile tanınan Blake Edwardsdır.
• Film, Truman Capote'nin 1958 de yazdığı romanından senaryolaştırılmış, orijinalinde Holly bir telekızken, sansür nedeniyle sinemada bohem hayatı süren biri olarak gösterilmiş.
• Audrey Hepburn tarafından söylenmiş olan meşhur "Moon River" şarkısı ile besteci ve söz yazarı Mancini ve Mercer "En İyi Orjinal Şarkı Akademi Ödülü"'nü kazanmışlar.
• Filmin bütçesi 2,5 M$ iken hasılat 14 M$ olmuş.
Audrey Hepburn'un kariyerindei 16. filmi olup ona ün kazandıran filmler arasındadır. İlk filmi"Young Wives Tale"da (1951) rol aldığında 22 yaşındaydı. Bu filmde ise 32 yaşında.
• Bu film ile "En iyi kadın oyuncu" dalında Akademi Ödüllerine aday olmuş.
Çok fazla klasik film izlemeyen biri olsam da “Casablanca” ve “12 Angry Men” den sonra izlemekten zevk aldığım en güzel klasik film tanımını yapabileceğim, eğlenceli 2 saat geçirmemi sağlayan keyifli bir filmdi.

4 Nisan 2010 Pazar

99 Francs (2007)


(Spoiler içermektedir)

Reklam gündelikte yaşadığımız en büyük yanılsamalardan birisidir. Hatta en büyüğü... Reklamlarda ya herşey mükemmeldir ya da kötü birşey kullanılan ürün sonrasında mükemmel bir hal almaktadır. Film daha başlar başlamaz yüzümüze reklamların öteki yüzünü vuruyor ve filmin ana karakteri Octave anlatmaya başlıyor.

"Ayda 75.000 Frank karşılığında hayatımı sizi kandırmakla geçiriyorum. Birikimlerinizi bir araya getirip hayalinizdeki arabayı alana kadar modasının çoktan geçmiş olmasını sağlıyorum. Sizi kösteklemeyi her daim başarıyorum. Kafanızın içine girip sağ beyninize işliyorum. Arzularınız artık size ait değil! Benimkileri size empoze ediyorum."
Octave dünyanın en büyük reklam şirketlerinden birinde metin yazarlığı yapmaktadır. Gerek maddeselliğe bağlı iş hayatı gerekse yüksek kazancı sebebi ile maddesel zevklerden sıkılmıştır. Normal bir insanın yapabileceği en uçuk, sıradışı şeyler bile onun hayatında sıradanlıktan başka birşey ifade etmemektedir. Bu durum onu uyuşturucunın kollarına bırakmaktadır. bu çılgın hayatı sürdürmesinie olanak sağlayacak şekilde dizayn edilmiş, çeşitli kalabalık partilere olanak sağlayacak 9 odalı bir evde tek başına yaşamaktadır.


Toplantılar ne kadar önemli olursa olsun creatif bölümlerde çalışan reklamcıların marjinal yapısını yansıtmak itibari ile toplantılara daima geç katılması ve asla özür dilememesi gerektiğini düşünür. Kendi değimi ile "Devlet başkanı ile yapacağı bir toplantıdan bile önemli" olan bir toplantıya yine aynı kuralını uygulayıp katılmaktadır. Ve bu toplantı onun mesleğine ve hayatına bakışını değiştirmesini sağlayacaktır. Toplantıda bir yoğurt firmasının ürünlerinin reklam faaliyetleri hakkındadır. Bununla ilgili kendisinden bu işi yapması istenmiştir. Toplantıda bulduğu reklam filmini anlatır ve şirketin yöneticisi tarafından beğenilmez. Kendini küçümsenmiş hisseden Octave reklam işinden soğuduğunu hisseder ve sektörden elini eteğini çekmek amacı ile kendisini işten çıkarttırıp yüklü bir miktar tazminat almak için talepte bulunur. Uzun süredir birlikte çalıştığı, hocası olarak gördüğü Mark onu kolayca ikna eder bu düşünceden vazgeçmesi için.


Bu olaylar yaşanırken çalıştığı şirketin 2. isminin sekreterine aşık olur ve bunun duyulmasını istemezler. Her şey yolunda giderken Spohie'nin hamile kalması ile işin rengi değişmeye başlamıştır. Bu sorumluluğun altına girmek istemeyen Octave, Sophie'yi gücendirmiştir ve ayrılmasına sebep olmuştur. Bu dönemden sonra kendini iyice kaybedenve uyuşturucu dozajını arttıran Octave'nin sonunu izleyici kendisi belirleyecektir. Filmde yönetmen Jan Kounen iki farklı son hazırlamış. Benim gibi Octave'yi sevenler iyi olanını tercih ederken, ona antipati ile yaklaşanlar diğer sonu daha uygun görecektir.


Ünlü Fransız yazar, eski reklam sektörü çalışanı Frederic Beigbeder'in aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılan 99 Francs'in yönetmenliğini Hollandalı Jan Kounen yapmaktadır. Film çok fazla karakter içermese de senaryo bakımından ilgi çekici bir konuyu işlemekte, eleştirmektedir. Film kendi içerisinde de bir reklam kuşağı içermekte, sanal reklam uygulanmaktadır ki bu ironik durum filmde var olan absürt yapının içinde çok da garipsenmemesi gereken bir ayrıntıdır. Yönetmen  Jan Kounen'in yer yer çizgi film tarzına döndüğü, görsel oyunların yaşandığı, lünepark tadında sahnelerin var olduğu eğlenceli, çarpıcı, kahredici, güldürücü bir film olmuş 99 Francs.

Başrol oyuncumuz Octave Parago'yu canlandıran Jean Dujardin'in mükemmele yakın performansı filmi izlemek için ayrı bir sebep olarak da söylenebilir. Daha önce hiç kimseden iğrenip aynı zamanda ona sempati ile bakmamıştım. Sergilediği oyunculuk ile bunu yaşatması çok önemli.

 Uuyşturucu sonrası girdiği komalarda, zihninin mekan dışında kaldığı sahnelerde de oldukça etkileyici performans sergilemiş Jean Dujardin. Hintli satıcılar ile hiç konuşmadan sadece işaretler ile uyuşturucu alındığı sahne ise film ile ilgili aklımda kalan bir diğer eğlenceli bölümdür.

Filmin konusunun alındığı kitabın yazarı Frederic Beigbeder kitap sonrasında büyük bir şok etkisinin yaşandığı reklam dünyasından kovulmuştur. Bu kitabı yazmasının bir sebebi de bunu sağlamak olduğudur zaten. Kovulurken yüklü bir miktar tazminatı da yanında götürdüğü aşikardır. Bu yönden baktığımızda film biyografik bir özellik de taşımaktadır.


Film ile kitapı kıyaslamak açısından kitaptan bir bölüm ile yazıma son vermek istiyorum.

Reklâmcıyım. Kâinatı kirletiyorum. Ben size pis şeyleri bile satan adamım. Asla sahip olamayacağınız o şeylerin hayalini kurduran... Photoshop'ta rötuşlanmış kusursuz bir mutluluk... Kılı kırk yararak oluşturulmuş görüntüler, moda müzikler. Zar zor biriktirdiğiniz paralarla, son kampanyada itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı, hiçbir zaman yeni kalmamasıdır. Salyalarınızı akıtmak: benim görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez, çünkü mutlu insanlar tüketmezler. Çektiğiniz acı, ticareti canlandırıyor. Bizim jargonumuzda buna "Alışveriş sonrası düş kırıklığı" deniyor. Size acilen bir ürün gerekiyor; ama ona sahip olur olmaz bir başkasına gereksinim duyuyorsunuz... İhtiyaçlar meydana getirmek için kıskançlığı, acıyı, doyumsuzluğu körüklemek gerekiyor. İşte benim savaş gereçlerim bunlar. Hedefim ise sizsiniz.
Yazının başında filmden verdiğim metin ile az önce okuduğunuz metin  bir birine ne kadar paralel ise, film ile kitapda birbirine o kadar paralel gitmekte. Bu uyumu çok az uyarlama da görebiliyoruz.