31 Mart 2010 Çarşamba

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan


Murathan Mungan'ın 6 hikayesinden oluşan hayalle gerçek arası mükemmel bir eser. Mükemmel bir tempoda başlıyor kitap. "Şahmeran'ın Bacakları" ile insanın nefsi ile olan cenki anlatılıyor. Hikayelerin iç içe geçtiği bir hikaye. Her hikayenin konusu farklı olsada nefsin çok farklı yüzlerde karşımıza çıktığına tanık oluyoruz. Aşkı aramanın mı yoksa bulduktan sonra ona sahip çıkmanın mı daha zor olduğu üzerine mükemmel sayfaların sular gibi aktığı bir hikaye "Şahmeran'ın Bacakları".

Ve anlıyoruz ki:

"İnsanoğlu ihanet eder. İnsanoğlu güçsüzdür, dayanıksızdır, dönektir." 
"Aşk onun gözlerini kör etmişti. Onu anlamadığını düşünüyordu, ya da bunun bir ihanet olduğunu bile düşünmüyordu. Oysa, ihanet bir kez başlamaya görsün, neresinden olursa olsun, herkesi, her şeyi kirletir."
"Her tuzak yalnızca bir kez içindir."
"Yalnızlıkta adımlar hep aynı yere getirir insanoğlunu."
"Gerçek sevgide yitirme korkusu vardır."

Camsap: "Size ihanet etmeyecegime soz veriyorum."
Şahmeran: "Gelecekteki sen adina nasil soz verebilirsin? o baska biri, simdiki senin tanimadigi biri."

Hikayenin canalıcı bölümlerinden birtanesi de Gevherengin'in Cihan şahtan "uçması" sırasında yaşanmaktadır.

"Ey cihanşah! Bir hileyle beni kendi cinsimden, kendi yurdumdan, kendi sorumdan ayırdın! Evet, beni sevdin, biliyorum. ben de sevdim seni evet, inkar etmiyorum. ama ben seni severken koşullarımız eşit değildi. Bana seni sevmekten başka hiçbir şans tanımadın. Sevgim konusunda kendim karar vermedim. şimdi bir başıma yeniden düşüneceğim, seni sevip sevmediğimive başka şeyleri... Eğer gerçekten seviyorsan beni ardım sıra gelirsin. Burası senin ülken, sen kendi insanlarının arasındasın, burda mutlu olursun elbet, ya ben ne yaparım? Bunu hiç düşünmedin. sevmek kolay değildir cihanşah. sevmek emek ister. ben şimdi ülkeme, baba ocağıma dönüyorum. yurdumun adı Kevher engin'dir. seni bekleyeceğim."

97 Sayfalık uzun, bir o kadar sürükleyici bir hikaye "Şahmeran'ın Bacakları".

Bu kadar ayrıntıya girmeden kitaptaki diğer hikayelerden de bahsetmek istiyorum.

Ökkeş ile Cengaver

Törelerin, adetlerin birbiri ile cenk etmeye zorladığı iki dostun hikayesini anlatıyor. Kendileri ile çelişen iki çocuk yaştaki genç, maneviyatın zorunluluklara karşı verdiği savaşı anlatıyor. İstenmeden yapılanlar ile istemeyerek yapılanların farkını anlıyoruz hikayede Zorundalığın çıkmazlığından, zorundalığa baş kaldırıya uzanan bir hikaye Ökkeş ile Cengaver'in hikayesi.

Kasım ile Nâsır

Benim için kitaptaki tek zayıf hikaye diyebilirim. Ya da benim kapasitem yetmedi hikaye için. Aklımda birşey kalmamış hikaye ile ilgili. "Kasım ile Nâsır" 1004 Ağustosunda İtalya'da La Mamma Umbria'da sahnelenmiş. 2004 yılında da Diyarbakır Sanat Merkezi tarafından sahneye konmuştur.

Binali ile Temir 

Güç kavramını sorgulayan bir hikaye "Binali ile Temir". Güç kimde? Nerede güçlüyüz, peki nasıl? Bizi güçlü kılan nedir? En güçlü sandığımız yönümüz zayıflığımızın başlangıcı ise elimizden birşey gelir mi insan olmaktan başka? Herkes mi korkar herkesin korktuğundan? Peki ya herkesin korktuğunun en büyük korkusu ondan korkmayan ise..?

Hikaye alelade bir çoban olan Temir'in dağlarda korku salan bir eşkiya olan Binali'yi dize getirmesini anlatıyor. Temir ile Binali'nin sevdasında kendinden ödün vermeden sevmenin kabullenişini, bu güzelliğin ölümü bile gölgede bıraktığına şahit olacaksınız.

Ensar ile Civan

Bir nehrin farklı iki kıyısında yaşayan Ensar ile Civanın birbirine olan sevdalarına rağmen, cenk etmek zorunda oluşlarının hikayesini anlatıyor.

"Saatlerce konuşmak isterdim daha. Bütün sözcüklerle konuşmak. Derin, sarsıcı cümleler bulmak isterdim. Özetleme gücü yüksek benzetmeler yapmak isterdim. Bugüne değin öğrendiklerimi bir çırpıda anlatmak isterdim sana. Ama bir işe yaramayacak biliyorum. Ama hiçbir şey, hiçbir işe yaramayacak galiba. Sevgi her şeye yetmiyor.
Sevgi hiçbir şeye yetmiyor."

Yılan ile Geyiğe Dair

Modern hayatta ki karmaşık ilişkilerin anlatıldığı bir hikaye. Düşünmeden hareket etmenin getireceği sonuçları, doğuracağı acıları çok net görüyoruz hikayede. Belki de son hikaye olması sebebi ile hemen hemen tüm hikayelerden birşeyler buluyoruz içinde.

Gündelik hayata, bitenlere dair şu satırlar geçiyor hikayede.

..........
Geyik, bilmediği bir şeyi anımsattı yılana.
İlk karşılaştıklarında.
Bilmediği, ya da bilmemezden geldiği, ya da bilmeyeceği, bilemeyeceği.
Güçlüsün, zehirlisin ve açsın,
beni yutarsın istersen, dedi.
ama unuttuğun birşey var, ben senden daha büyüğüm, beni yuttuktan sonra, en azından beni sindirene, eritene kadar bir zaman benim biçimimde yaşarsın. Daha sonra zaten erimiş olurum, sende erimiş olurum. Etine, kanına, canına karışmış olurum.
Sen eski yılan olmazsın.
Beni öldürmek kendinde yaşatmaktır.
Hiç kimse öldürdüğünü unutmuş değildir çünkü.
Unutabilmiş değildir.
...........
...........

...........
Demek ayrılacaksın benden. Bu kez kararlısın! Peki unutabilecek misin? Yaşanan bunca şeyi hiç olmamış sayabilecek misin? Bana öyle geliroy ki, evlensen bile kolay kolay unutamayacaksın beni; hiç kimse hayatını mahfetmiş olduğu insanı kolay kolay unutamaz. Ta başından beri kendine yediremediğin bir şey vardı bu beraberlikte. Farkındaydım, geçer sanıyordum. Hepimizin atlattığı kimi böylesi dönemler olmuştur yaşantımızda. Kısa ya da uzun süren düşmanlık dönemleri yaşamışızdır. İçimizde, içimizin ormanında cenge tutuşmuştur ikili benliğimiz. Ölümsüz çıkmak gerekiyor bu cenkten.

............
...........
...........
Bir öç gibi içinde yaşadı geyik.
Doğru söylemişti.
Çok önce söylemişti.
Artık eski yılan değildi...

Parkın kıyısında ölüsünü buldular.
Yüzünün kıyısında bir gülümseme.

28 Mart 2010 Pazar

Mary and Max (2009)


(Spoiler içermektedir)


Son yıllarda hedef kitlesi sadece çocuklar olmayan animasyon filmlerini beyazperde de sıkça görmeye başladık. Wall-e, Up, Ratatouille, Persepolice, Coraline derken biraz daha eskiye gidersek Finding Nemo filmleri yetişkinlerinde sinemada animasyondan zevk alarak seyrettikleri, keyifli vakit geçirdikleri yapımlar olarak hafızamızda yer almaktadır. Bu yapımların genelinde bulunan en önemli ortak özelliği muhteşem efektler, üst düzey teknoloji kullanmaksızın senaryoları itibari ile film boyunca izleyiciyi kendisine bağlaması ve zamanla sağdık bir izleyici kitlesine sahip olmasıdır. Özellikle Wall-e ve Ratatouille arada bir izlemekten keyif aldığım, film önerisi isteyen arkadaşlarıma önerdiğim filmlerin bulunduğu listedeki yerlerini oldukça sağlam bir şekilde almaktadır.

Mary and Max, yönetmen Adam Elliot’un ilk uzun metrajlı animasyon filmi olmasına rağmen, daha önce “kısa kısa” edindiği bol ödüllü tecrübelerinin filmin bu denli
başarılı olmasında büyük payı olduğunu düşünüyorum. Filmi ilginç yapan bir başka detay ise senaryonun gerçek hayattan alınmasıdır.

Stop motion tekniği ile çekilen film; toplam çekim süresi 13 ay sürmüş, hafta başına 2.5 dakika stop motion bölüm kaydedilmiş olup filmin toplam yapım yılının da 5 yıl sürdüğü söylenmektedir.
Mary and Max’de tıpkı yazının başında bahsettiğim animasyon filmleri gibi görsel efektlerden yoksun olsa da herkesin hayatında bir dönem yaşadığı olayları, dönem dönem hissettikleri duyguları yani hayattan küçük ama derin bir parçayı bizlere sunuyor.




Adam Elliot film boyunca insanların üzerlerinde bulunan renklerin, sıfatların, kıdemlerin önemsiz olduğu, sadece çıplak iken sahip olduğumuz özellikler ile başa çıkabileceğimiz bir konu olan “yalnızlık” tan kaynaklanan sorunların odağında bulunan bir hikayeyi izleyici ile buluşturuyor. Hikayesini gerçek hayattan alan film komedi unsurları var olsa da intihar, yalnızlık, depresyon, şizofreni gibi iç burkan detayları da bünyesinde barındırıyor.

Mary Daisy Dinkle 8 yaşında, sorup sorgulama çağında olmasına rağmen ilgisiz bir aileye sahiptir. Alkolik bir anne, hayattan beklentisi kalmamış ve kendisini dış dünyaya kapatmış bir babanın kızı olması, hatta kendisine küçük yaşlarında “sen bir kaza sonucu dünyaya geldin” şeklinde serzenişlerle karşılaşması sosyal hayatta başarısız olmasında büyük etken olmuştur. Okuldaki arkadaşlarının kabul etmediği Mary, onların arasına dahil olmak bir yana okuldaki öğretmeni tarafından bile dışlanmaktadır. Hayata dair kendi dünyasında yarattığı sorulara cevap bulmak umuduyla annesi ile birlikte gittikleri postanedeki rehberden rastgele seçilmiş bir Amerikalıya mektup yazmak ister ve olaylar gelişir.

Mektup arkadaşı olarak seçtiği kişi ise Max Jerry Horovitz’dir. Asperger sendromu bulunan 44 yaşındaki Max, çocukluğunda Mary’nin yaşadığı olaylar ile paralellik gösteren süreçlerle karşılaşmış, çevresinden gördüğü çeşitli baskıları zaman içinde kendi yöntemleri ile aşmaya çalışan biridir. Hayatı oldukça basit algılamaktadır ve insanlar ile iletişim kurmakta oldukça zorlanan bir yapıya sahiptir. Hayatını renklendirme amacı ile Henry adında balıkları vardı. Her ölen balıktan sonra aldığı balığının adını başındaki rakam değişmek üzere aynı koymakta (I. Henry, II. Henry, III. Henry...), salyangozlarını beslemekte, papağanı ile  ilgilenmektedir. Kendini dış dünyaya öylesine kapatmıştır ki balığı öldükten sonra yenisini almak için bir kaç gün beklemesi gerekse hayatında birşeylerin eksik olduğunu düşünür.


Filmde Avustralya’da yaşayan Mary ile NewYork’ta yaşayan Max’in inişleri ve çıkışları ile yıllar süren mektup arkadaşlığını anlatmaktadır. İlk bakışta imkansız gibi görünen bu arkadaşlık karşılıklı mektupların gönderilmesi ile su yüzüne çıkan ortak paydaların sonucunda birbirine bağlı iki kişinin hikayesi halini almakta. Mary ve Max’i bir birine bağlayan bir diğer etmen ise birbirlerine sansürsüz bir şekilde hislerini ve duygularını yazmalarında saklı. Samimiyet kavramında yaşın, mesafenin, birbirini tanımanın, cinsiyetin, hayat görüşünün herhangi bir engel teşkil etmediğini filmde görmekteyiz.

Toplumdan soyutlanmış bu iki karakterin aşk hayatları da bir nevi komedi unsuru olarak filmde karşımıza çıkmakta. Max’in yaşadığı tecrübelerin samimiyeti, saflığı içirisinde bizlere bile garip gelen durumlar ortaya çıksa da onun gözünden baktığımızda doğallığın bir simgesi olarak lanse edilebilecek yapıda girişimlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Mary ise aşkı, evliliği yine kendisine sunulan kadar hayal edebilmektedir. Babasının çalıştığı fabrikada üretilen ürünlerin ismine sahip biri ile evlenmek istemektedir. Onun açısından baktığımızda bu ürünler geçimlerini sağlayan unsur olarak görülmekte ve ileride çocukluğundaki sefaleti çekmek istemediği sebebi ile böyle bir hayal içinde olmasını düşünmek yanlış olmaz sanırım.
 
Film genel olarak 2 karakter üzerinde yoğunlaşsa da Mary'nin karşı komşusu Len Graham Hislop'un sokağa çıkmak için verdiği çabalar ve başına gelenler film boyunca keyifli dakikalar geçirtecektir. Hatta film esnasında var olan melankoliden biraz uzaklaşıp neşelenmemizi bile sağlayabilir. Bir diğer yan karakter ise Max'in balığıdır. Çaresiz kaldığı sahnelerde son çırpınışları gülümsemekten fazlasını tepki olarak ortaya çıkartacak cinsten.

Mary karakterini seslendiren Tony Collette ve Max karakterine nefes veren Philip Seymour Hoffman başarılı performansları ile göz dolduruyorlar. Özellikle Max gibi ani inişleri çıkışları olan zor bir karakteri başarı ile seslendiren Hoffman çok doğru bir tercih olmuş.

Mary and Max son yıllarda içinde barındırdığı dram öğelerinin ağır basması ile kendisine diğer animasyon yapımlarından farklı bir pencereden bakmamızı zorunlu kılıyor. Her yaştan izleyicinin ilgisini çekeceğin düşündüğüm, son yıllarda izlemekten büyük keyif aldığım bir filmdi.

Mar Adentro / The Sea İnside (2004)


(Spoiler içermektedir)

Hayatta, bazı olaylar, bazı istekler vardır. Çoğu zaman bunların bir suçlusu, bir sebebi, haklısı ya da haksızı olmaz. Ne olanlardan kimseyi sorumlu tutabilirsiniz, ne de sonrasında yapmak istediklerinizi kimse eleştirebilir. İşte Ramon’un hikayesi de bölye bir hikaye.

Hayat, yaşam, yaşamakta ki amaç, aşk, aşık olmak, - bir insan bulunduğu her durumda bu duyguyu tadabilir mi yoksa içinde bulunduğumuz durum aşkımıza engel mi?- Peki insan neye aşık olur? Aşık olduğunuz kişiyi diğerlerinden güçlü kılan şey nedir? Peki özgürlük nedir? Yaşama ya da yaşamama hakkının insanda saklı bulunmaması  kişisel özgürlüğün kısıtlanması mıdır? “İçimdeki Deniz” bize bu soruların cevaplarını bire bir vermesede hemen hemen hepsine değiniyor. En önemlisi de bunu yaparken yargılamadan, incitmeden yapıyor. Durumların farklılık gösterdiği zamanlarda insan tercihlerinin de farklılık gösterebileceğini, doğru ve yanlış kavramlarının değişkenliğini bozmadan konuyu işliyor.

Bu sebepten filmde herhangi biri iyi, herhangi biri kötü, şu doğru söylüyor diğeri yanlış konuşuyor diyemiyoruz.

Alejandro Amenábar yönetmenliğini yaptığı film, konusu itibariyle durağan bir yapıda olsa da, karşılıklı diyalogların sürükleyiciliği ile birlikte zihni yoran bir yapıya bürünüyor. Mar Adentro tek bir anı bile boş, durağan geçmeyen bir dram iken, kişilerin ve kelimelerin olmadığı sahnelerde doğal güzelliklerin ve filmin isminde de geçen denizin muhteşem yapısının bizlere sunulması görsel olarakta filmi iyi yapan etmenlerden biri. Yönetmen sadece deniz ile sınırlı kalmamış. Yeryüzünün bir çok güzelliğini çeşitli sahnelerde filme ustalıkla entegre etmiş. Bu açıdan bakarsak yapımda doğanın çok başarılı bir kullanılışı söz konusu.


İki farklı aşk anlatılıyor filmde. Tamamen kendisi gibi olmas da tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış olan avukatı Julia ve hayatına giren erkekler tarafından önemsenmeyen, kullanılan fabrika işçiliğinin yanında radyo programı da yapan  Rosa. Julia, Ramon ile ortak bir kaderi, sonu paylaştığını düşünmekte ve Ramon’un söylediklerinde, düşündüklerinde kendi sonunu kendisi için kolaylaştıracağına inanmakta olduğundan aşık oluyor Ramon’a. Rosa ise hayatı boyunca görmediği saygıya aşık oluyor aslında. Fikirlerinin önemsenmesine, onu dinleyen biri olmasına aşık oluyor. Bir bakıma ikiside ihtiyacı olanı Ramon’da buluyor. Bu durum ise aşkın sadece görsel ve maddesel güçlerden ibaret olmadığını, bunların yanında karşındakini anlama, farklı bedenlerde hayata aynı pencereden bakabilmek olduğu gerçeğini karşımıza çıkarktıyor.Aslında yönetmenin filmde yan konu olarak aşkı seçmesi de büyük bir ikilemin arasında kalmamı sağladı. Ölüm ve aşk. Aşkı yaşamak için sadece fiziksel temasın gerekmediği, ruhsal bütünlüğün aşkta büyük pay sahibi olduğunu gösteriyor bizlere. Düşlerken sınırsız olmanın mahkumiyeti olmadığını vurguluyor.

Ramon (Javier Bardem) 20 li yaşlarının ortasında geçirdiği bir deniz kazası sonucu omuriliğinden sakatlanıp tetraplejik bir hasta oluyor.  Film bu olaydan sonra Ramon'un ötanazi isteğini geri çeviren İspanya hükümeti ile girdiği mücadeleyi anlatıyor.Dalgaların dansı ile başlıyor film. Bir terapi gibi. Olmak istenilen yerde nasıl olunur onun cevabını veriyor sanki. Dalgaların sesi ile daha ilk dakikadan kendinizi oturduğunuz yerde uçar gibi özgür ama bu huzuru bırakıpta hiçbir yere gidemeyecekmiş gibi kilitli hissediyorsunuz.




“Rahat ol. Gittikçe daha da rahat hissediyorsun. Şimdi önünde açılan bir sinema ekranı hayal et. Onu en beğendiğin yere kur.  Nefes alıp verişine konsantre ol. Bedeninin rahatlamasını sağla. Huzuru hisset.  Bırak nefesin gelsin ve gitsin. İşte oradasın. Ayrıntılara dikkat et. Renklere, desenlere, ışığa, ısıya dikkat et, sıcaklığı hisset. Bırak bu huzurlu manzara gözlerinin önünde oluşsun. Huzur duygusu sonsuz.”


Derken birden kendimizi Ramon’un gündeliğinde buluyorsunuz. Huzur dolu dalga sesleri yerini bir anda fırtınaya, yağmurun üşüten sesine bırakıyor. Daha filmin başında yaşadığımız bu değişim bize Ramon’un hayatında ne denli büyük iniş çıkışların olduğunu gösteriyor. Bu iniş çıkışları kendisi için sıradanlaştırma yöntemi ise hep gülümsemek. Bir süre sonra ağlarken gülümsemenin ustası olduğunu şu sözler ile anlatıyor.
Bir şeylerden kaçamadığında ve tamamen etrafındaki insanlara bağımlı olduğunda gülerek ağlamayı öğreniyorsun.

Peki nasıl bir adam Ramon?
19 yaşında iken denizci olmaya karar vermiş ve bu yolla dünyayı gezmiş.  Son derece yakışıklı. Mutlu bir birlikteliği olan, ihtiyacı olduğunda icat yapabilecek kapasitede zeki biri ki bu özelliği geçirdiği kazadan sonra yatağa bağlanması ile gün ışığına çıkıyor. Radyoda tartışma programlarını dinlemeyi seviyor. Bunun sebebinide 
"Gürültü ve kavgayı severim." şeklinde özetliyor. İcatlarını yapmaları için yeğeni Javier ve babasını görevlendirmesi de belki bu sebeptendir. İkisinin arasındaki kuşak farkından doğan zıtlaşmalar onu rahatsız ediyor gibi görünsede gizliden gizliye bundan keyif aldığını düşünüyorum.

Ötanazi istemi ile başvurduğu İspanyol mahkemelerinin davayı uzun yıllar boyunca  sürdürmesi medyanın ilgisini çekiyor. Bu ilgi sayesinde bir çok avukat davayı üstlense de Ramon’un tercih ettiği avukat  cadasil hastası  olan ve ilerleyen yaşamında bitkisel hayata girme riski taşıyan bir avuktatır. Onun şu anda yaşadıklarının, avukatının gelecekteki korkuları olması bu davada onu mahkemeye karşı daha iyi ifade edebileceği düşüncesini benimsetir. Kendi durumunu en iyi onun anlayabileceğini düşünür.  Ve bir çalışma esnasında avukatın bayılması ve hastalığının tekrar baskın hale gelmesi,  gelecekle ilgili olan korkularını tetiklemekte ve ortak sonu paylaşacaklarını düşündüğü Ramon’a yakınlaşmasına sebep olmaktadır.



Ramon’un ailesinde de bu fikrine farklı açılardan bakanlar vardır.  Abisi Ramon’un isteğine çok katı bir şekilde karşı çıkarken, yeğeni 20 li yaşlarına yaklaşmasına rağmen daha olan bitenlerin farkında bile değil.  Yengesi onun bu kararını onaylamak istemese de Ramon’un kararlılığı karşısında ona yardımcı olmak dışında başka bir yol bulamamaktadır. Babası onun bu isteğini kendi ağzından duymayan tek kişidir evde. Bir konuşma esnasında azından çıkan şu kelimeler hissettiklerinin ne denli üzücü olduğunu göstermektedir. "Bir baba icin oğlunun ölmesinden daha kötü bir tek şey var; oğlunun ölmeyi istemesi.." Tüm bunların yanında ailesi ile vedalaşma sahnesi benim için filmin etkileyici sahnelerinin başında gelmektedir.

Film esnasında  Katolik kiliselerine, dönemin eğitim sistemine de bir çok gönderme yapılıyor. Ramon’un, Rahip Francisco de Galdar ile konuşmalarında kilise yönetimine, yeğeni Javier’e de 2 farklı yerde  “okulda ne öğretiyorlar size!” şeklinde azarlamasında da eğitim sistemine yapılan eleştirileri görebiliriz.

Ramon’un ötanaziyi bu kadar çok istemesinin sebebi nedir?

Bence bunun başlıca sebebi Ramon’un 27 yaşına kadar dolu dolu bir hayat yaşamasıdır. İçinde var olan özgürlük duygusunun hapsedilmesidir. Kabullenmekten başka seçimi olmadığı için sadece ona verilenlerle yetinen bir rutine alışamamasıdır. Geçirdiği kazaya kadar özgür bir hayat süren hatta 19 yaşında dünyayı gezmek için yola çıkan, hayatı her yönü ile yaşama hevesinde olan ve bunu da kaza anına kadar yapmış bir insanın yapısına oldukça ağır ve zor gelen bir durumda olduğu aşikar. Tüm bu yaşam enerjisinin yanında Ramon'un ölüme bakış açısı da ötanazi kararı almasını kolaylaştırıyor. 
"Bu, o kadar da büyük bir mesele değil. Ölüm her zaman bizimleydi ve her zaman da bizimle olacak. Sonunda hepimizi bulacak. Herkesi bulacak. Bu hayatımızın bir parçası. Ölümü seçiyor olmama neden bu kadar şaşırıyorlar? Sanki bulaşıcıymış gibi davranıyorlar."


Julia hastalığı tekrarlandıktan sonra Ramon'a olan bağlılığının artması ile birlikte onunla daha çok zaman geçirmekte, yaşam ve ölüme dair paylaşımlarını arttırmaktadır. Bir gün konuşma esnasında Ramon'un yazılarını ve şiirlerini kitaplaştırma düşüncesi ortaya atılır ve Julia ile birlikte bu kitabı oluşturmaya başlarlar. Kitabın sonlarına yaklaşıldığında Julia kitap için bir yayınevi bulup kitabın ilk baskısı ile Ramon'un yanına geleceğini ve istediği sonu ikisi için yapacaklarının sözünü vermektedir. Fakat yazının başında da bahsettiğim gibi  "Film durumların farklılık gösterdiği zamanlarda insan tercihlerinin de farklılık gösterebileceğini, doğru ve yanlış kavramlarının değişkenliğini bozmadan konuyu işliyor." Julia belki de eşine olan vefa borcu sebebi ile verdiği sözde durmuyor. Kitabın ilk baskısını ramona başka bir yol ile ulaştırdığı sahnede hayattan ölüm dışında hiç bir beklentisi olmayan bir insanın bile hayal kırıklığına uğrayabileceğini görebiliyoruz filmde. "Hayat ne tuhaf, vapurlar filan..."

Söylemek istediğim son şey ise filmin bu kadar akıcı olmasındaki temel faktörün yan karakterlerin muhteşem işlenmesi olduğudur. Ramon’un ağabeyi, yeğeni Javier ve babası… Gerçekten mükemmel roller biçilmiş karakterler ve filme büyük artı katıyorlar. Baba’nın bir bakışı, ağabeyin "Ben bu evde yaşadığım sürece kimse kimseyi öldürmeyecek" empatiden uzak ama sevgi dolu isyanı, Javier'in tüm başıboşluğuna, savrukluğuna rağmen amcası Ramon'un bir dediğini iki etmemesi ( Arada ergenlikten kaynaklanan isyanlarını gözardı ediyorum.), Yengesinin kendi çocuğuymuş gibi Ramon ile ilgilenmesi konulara cahilce ama geleneksel bakış açısı filmi sürükleyici kılan yan etmenlerden sadece bir kaçı. Ayrıca mükemmel manzaralar eşliğinde sunulan film müzikleri de seyir zevkini katlamakta. Film bittiğinde zihninizde birbiri ile çelişen onlarca soru ortaya çıkacaktır ve hemen hemen hepimiz bu sorulara farklı cevaplar veriyor olacağız ama asla "benim cevabım doğrudur" diyebileceğimiz bir düşünce içine olamayacağımızda bir gerçek. İçinizdeki denizin daha da derinleştiğini farkedeceksiniz ki bu bence bir filmden alınabilecek en değerli duygulardan biri.

Los amantes del Círculo Polar (1998)



(Spoiler içermektedir)

 IMDB

Hani bazı filmler yoktur... Biz film izlediğimizi düşünürüz ama karşımızdaki düpedüz ekrandan gözümüze yansıyan bir masaldır. Yoktur öyle bir film… Kulağımızla değil de gözümüzle dinleriz. Uyurken okunan masal gibidir. Masalı dinlerken farkında olmadan, daldığımız uyku tadında dalıyoruz Ana’nın ve Otto’nun hayatına.

Ölüm ve ayrılık acısıyla baş etmeye çalışan ve hayatın anlamını  birbirlerine duydukları aşkta arayan iki çocuğun, yetişkinliğe uzanan  hikayesini anlatan filmini, güçlü bir kader teması etrafında  şekillendirmiş yönetmen. Çocukluktan yetişkinliğe; erkek çocuklarının annelerine, kız çocuklarının babalarına karşı düşkünlüklerini ve doğacak olan eksiklikler sonucunda karşılaşılan olumsuzlukları film boyunca detaylı bir şekilde görebiliyoruz.

Yok iken var olduğumuz, var iken de yok olabileceğimiz gerçeği ile çizilen çemberde kendine yer bulan “Kutup Çizgisi Aşıkları” hayatın özünde var olan “başladığı gibi biter” temasını barındırması ile de baştan sona olduğu gibi sondan başa doğru da izlenebilecek bir film.Baş kahramanlar Ana’nın ve Otto’nun hayatlarını ayrı ayrı ele alınıyor ve iki gencin bakış açıları ile isimlendirilmiş bölümlere ayrılıyor. Karakterlerin düşünce akışına bağlı olarak kendi iç dünyalarında yaşadıklarını,  gerçekten olanları, gelecekte olmasını hayal ettiklerini, bazen de yaşanması muhtemel ama yaşanmamış olasılıkları gerçek zaman akışından bağımsız olarak sunan film, karışık bir yapıda görünse de sade anlatımıyla izlemesi keyifli bir aşk hikayesi olarak beyaz perdeye sunuluyor.



Film, Ana ve Otto’nun çocuklukları ile başlıyor ve film boyu ana karakterlerin isimlerindeki ters döngünün etkilerini göstererek devam ediyor. Ana konu olarak aşkı ele alan Julio Medem, aşk teması üzerinden kader inancının hayatımıza ne denli güçlü etki ettiğini vurguluyor film boyunca. Her şey başladığı gibi biter ve bittiği gibi başlar! Tıpkı “AnA” ve “OttO gibi… Farklı olan hayat çizgilerinin birbiri ile alakasız sebepler ile birleştirdiği  Ana’nın ve Otto’nun olasılıkları düşük ihtimallerin gerçekleşmesi sonucu tanışması ve birbirlerinde yaşadıkları kayıpları bulmalarını görüyoruz filmin başlarında.

Yaşananlar önce Ana’nın gözünden küçük bir kızın bakış açısı ile ele alınıyor. “Neden peşimden koşuyor bu çocuk?”, “Bana neden öyle baktı?” Daha sonra aynı sahnelerde Otto’yu görüyoruz. “Benden neden kaçıyor?”, “Bana neden öyle baktı?”

İlkokul çağlarındaki çocukların aşkı tanımaması, kendileri için sevdiklerinin bir yansıması olarak görmelerine dem vuruyor. Ve anlarız ki ne Otto’nun peşinden koştuğu ondan kaçan, ne de Ana’nın kaçtığı peşinden koşan kişi değildir. Aşkın tesadüflere bağlı yansımalarını sunuyor Medem bize filmin başında.







Filmde sembolizmin kullanıldığını, birçok sahnenin bu yöntemlerle yinelendiğine şahit oluyoruz. Benzin bitmesi; bir şeylerin sona ermesi… Kağıt uçak; sevgililerin buluşması, tanışması… Trafik kazası; ansızın hayatlarda olan değişimler ve bunun olumsuz yansımaları… Ren geyikleri; aldatma, aldatılma… gibi… Tek tek bakıldığında filmde anlamsız kalan bu öğeler, filmin akışı içerisinde bütünlük oluşturarak seyir zevkini katlamakta ve filmin kendi içinde spoiler tadında bir anlatım oluşturmasına sebep olmakta.

İspanyol dramlarının vazgeçilmez öğelerinin arasına giren doğa manzaraları bu filmde de karşımıza sıkça çıkıyor. Ana’nın bekleyiş anlarında yönetmenin  sunduğu manzaraların büyüleyiciliği ile kendimizi bir anda Ana ile bekler halde buluyoruz. Güneşin batmadığı bölgede sona eren filmi; aynı satırları farklı yorumlanışı ile kelimelerle oynayan bir şair gibi sahnelerle oynuyor Medem. Benzer sahnelerden farklı tatlar almamızı sağlıyor.



Özellikle Otto’nun çocukluğu ve Ana’nın yetişkinliğini canlandıran oyuncuların performansını çok beğendim. Her ikisi de sahnenin akışına göre yüzlerindeki ifadeyi çok güzel yansıtmışlar. Otto’nun muzur bir bakışı ile kıpırdayan film, hüzne boğduğu yüzü ile hızla akan saniyelere inat yavaşlıyor. Başarılı yakın çekimlerle bahsettiğim duyguları çok daha iyi hissetmemizi sağlayan Julio Medem’in hakkını da teslim etmek gerekir.

Medem’in şairane anlatımı ile, zaman zaman kendi çocukluk aşkımızı aklımıza getiren, yaptığımız acemilikleri, toylukları hatırlatıp gülümsetecek çok keyifli bir 110 dakika geçirmemizi sağlayacak masalsı bir drama, aşk hikayesi bizleri bekliyor.

22 Mart 2010 Pazartesi

İletişimde "Selamlaşma" Kavramına Bilimsel Olmayan Bir Bakış



Serbest piyasa ekonomisinde insan ilişkilerinin de içinde bulunduğu fiziksel olguların başlangıcındaki temel etmenlerden bir tanesi toplumsal izdüşümcü bilinç yapısıdır. Bu yapının temelinde en basit tabiri ile bireyler arası iletişim yatmakta ve bunu "selamlaşma" olarak tanımlamaktayız. 3 ayrı pencereden bakabileceğimiz selamlaşma olgusu kişilerin hatta kurumların iletişim yetilerini suyüzüne çıkaran faktörlerden ilki olarak lanse edilmekte.

Göz ile selamlaşma dediğimiz kavram, hareket halindeki iki yaşam formunun birbiri ile yeterli yakınlığa geldiğinde gözkapaklarının kapanması ve açıldıktan sonra göz halkalarının hafif genişlemesi hareketi ile oluşmaktadır. Acele durumlarda ya da durup konuşarak iletişim kurmak istemediğimiz durumlarda uygulamaya koyduğumuz bir yöntemdir. Resmidir ve bir o kadarda içedönüktür. Karşımızdakinin bizim hakkında o an aklından geçenleri kestirmenin zor olduğu bir yöntemdir.

Diğer bir selamlaşma yöntemi olarak mimiksel yaklaşımların ve kısa kelimelerin kullanıldığı selamlaşma yöntemini ele alabiliriz. Göz ile selamlaşma yönteminden biraz daha uzun mesafeden de uygulanabilir bir yöntemdir. Bunun gerekçesi ses fonksiyonununda kullanılmasıdır ki sesin insanın fiziksel hareketinden hızlı olduğunu varsayarsak iletişim çok daha önce gerçekşemiş olur. Örnek olarak "Selam", "Baba naber yaaa!", "İyi günler falanca bey/hanım", "hey dostum nasıl gidiyor?" gibi kalıpların kullanıldığını görebiliriz. Kimi bölgelerde yöresel hitap şekilleri de mevcuttur. "Hafız n'aber?", "Hey moruk ne alemdesin?" vb. örnekleri kullanan kendini bilmezlerde karşımıza gün içinde fazlası ile çıkmakta. Bu yöntemin işlemesi sırasında karşımızdakinin bizim hakkında düşüncelerini göz ile selamlaşma yönteminden çok daha kolay bir şekilde anlayabiliriz. Gülümsemenin yapmacık olup olmadığını anlamanın yöntemlerinden bir tanesi de selamlaştığımız kişinin gözlerinde herhangi bir değişim olup olmadığını farketmekten geçiyor. Bu selamlaşma yönteminde gözkapaklarımızın kapanmadığı gerçeğini ele alırsak gözsel temasında öneminin büyüklüğünden bahsetmek çok da zor olmasa gerek. Göz bebeklerinde hafif bir büyüme gördüğümüzde karşımızdakinin bizden aldığı pozitif enerjinin varlığını ortaya çıkardığını biliriz. Ses fonksiyonunun da var olduğu süreçte karşımızdaki yaşam formunun vurgusu bizim için başka bir ayırd edici etmendir
Konu dışı olarak bahsetmek istediğim bir de mesajlaşma öğesi bulunmaktadır. Sevgiliden, arkadaştan ya da bir yakından gelen bir mesajı okuyoruz.
"Selam naber, nasılsın?" dikkat edeceğimiz unsur buradaki "naber" ve "nasılsın"
kelimelerinin sıralanış şeklidir. "naber" kelimesi "nasılsın"'dan önce gelmekte gördüğümüz gibi. Yani mesajı atan varlık ilk olarak bizi değil de etrafımızdaki haberleri önemsediğini açık açık dile getirmekte. Oysa ki "Selam, nasılsın, ne var ne yok?" gibi bir mesaj geldiğinde önce bizim nasıl olduğumuz sorusu daha önem kazanmaktadır.

Bir başka örnek olarak bir sevgiliden gelen mesajı ele alalım. "Merhaba canım, (hayatım, meleeeem, vb. bilimum lakap) nasılsın? Özledim seni." Burada dikkat edeceğimiz unsur "özlemdim" ve "seni" kelimelerinin diziliş sırasıdır. "Özledim" kelimesinin önce yazılması kendi özleminin senden daha önde olduğunun bir işaretidir ki bu karşımızdakinin bize bencilce yaklaşımına işarettir. Oysa ki "Merhaba canım vb. nasılsın? Seni özledim." şeklinde gelen bir mesaj da önemli olan kişinin sizi özlemiş olmasıdır ki bu insanın mesajdan aldığı hazzı hatırı sayılır bir miktar yükseltmektedir.
Konumuza dönecek olursak son selamlaşma şekli olarak fiziksel temas kullanarak selamlaşma yöntemini ele alabiliriz. Bu yöntem belki de selamlaşmanın en ilkel yöntemidir. Fakat bu ilkellik onu eski yapması ile topumsal iletişimde önemli bir noktaya taşımıştır. Yüksek mertebede iş görüşmelerinde tokalaşma diye tabir edilen karşılıklı iki kişinin birbirlerinin sağ ellerini avuç içleri birbirine bakacak şekilde birbiri ile buluşması olarak tanımlanabilir. Tuvalet temizliğinin genel toplum kurallarına göre sol elle yapıldığı bilindiğinden bu selamlaşma yönteminde sağ el kullanılmaktadır. Solak insanların başlarda zorlandığı bu konu zaman geçtikçe ve tokalaşma işlemini sıklıkla kullandıkça alışılabilinir bir durum haline gelmektedir.

Karşımızdaki kişi ile samimiyet arttıkça sırası ile "tokalaşıp öpüşme", "tokalaşmadan sarılarak öpüşme", "enseye tokat burun deliğine parmak" şeklinde ilerlemektedir ve insanoğlu yaradılış itibari ile bu konuda sınır tanımamaktadır.


Toplumların, kültürlerin farklılıkları sebebi ile birçok farklı selamlaşma yöntemi ortaya çıkmıştır ve çıkacaktır. İletişimin ilk aşamasında selamlaşma karşımızdaki kişinin bizden edineceği ilk izlenimi oluşturacağı için önemi fazla, besin değeri olarak yüksek rakamları yansıtır. Bu çerçevede ....bla bla bla... öyle bişey işte.. Önemlidir ve ihmale gelmez. :)))

Çakma Prof. Dr. Emre

Bu yazıda bahsedilenler tamamen can sıkıntısından ortaya çıkmış kavramlardır. Kimi yerde ciddi yazılsa da çok fazla dikkate alınması bünyelerde zararlı yan etkilere sebep olabilir.